20 Ağustos 2010 Cuma

KEMANCININ DÜŞÜ

Kemanımın teli koptu, hem de mi teli. Daha önce hiç kopmamıştı ilk defa dün gece koptu. Taksim’de bir konserde çalıyordum, kapanışta eski, yorgun, bitkin kemanım isyan etti. Mi teli zınk diye koptu. Uzun zamandır hiçbir teli kopmamıştı, çocukken acemiyken çok tel koparırdım ama o zaman bile mi tel kopmamıştı. Neyse ki iki takım yedek telim var dün gece elim değip de değiştiremedim. Eve döndüğümde sabah ezanı okunuyordu, vurdum kafayı yattım. Öğleden sonra olmuş yeni uyandım, hala yorgunum. Konserler meyhane fasıllarına benzemiyor çok yoruyor adamı ama çok keyifli oluyor bunlar. İş çıktımı konsere gitmeye can atarım, fasılları da çok severim tabi asıl işimiz o. Millet sarhoş eğlendirmek sansa da bana göre öyle değil. Her ne kadar taşradan mukassi görünse de meyhane, içindeki letafet ve zarafet demden sonra bizden sorulur. “Meyhane mi kaldı artık” diyenler var, doğrudur çok az kaldığı, “nerede o eski meyhaneler” diyenler çok, ben yaşlı sayılmam eski meyhaneleri de görmedim, duyduğum kadarıyla tahmin edebiliyorum ortamlarını sadece. Mesleğimi icra ederken insanlara bir nebze de olsa bunu yaşatıp o tadı verebilmeyi, okunan öğrenilen değil yaşanan bir tecrübe kazandırmayı istemişimdir hep. Kaybolmaya yüz tutmuş zanaatlar gibi bu işte hiç bitmez belki ama yaygınlaşmaz da. Dedem de süpürgeciymiş zamanın da şimdi kaç süpürgeci kaldı allah aşkına. Neyse, dün akşam ben konsere nasıl gittim onu söylemedim. Normalde biz her akşam keman, klarnet, darbuka üçlü ince saz ekibi olarak fasıldayız. Nerede mi? O son birkaç meyhanenin kaldığı Samatya’da. Başımız, şefimiz klarnetçi Yaşar Agadır, darbukacı Engin onun damadıdır. İşte dün Yaşar Aga rahatsızlanmış, haber gönderdi fasıla çıkmayacağız diye. Kahvede kös kös otururken telefon geld,i kemancı lazımmış Taksim’de ismi alengirli bir yerdeki konsere. Atladım gittim hemen, kaçırır mıyım konseri hem boş kalacaktık, para da lazım insana illaki.
Şu teli bağlıyayım da reçinesiydi akorduydu biricik sevgilimi hazır edip kahveye gideyim. Herkese anlatmam lazım konseri, aranan kemancı oldum artık ben çatlasın diğerleri. Sonra erken toplanırız, cumartesi bugün en yoğun iş günümüz. Bir süredir beklediğim birileri var gelirler umarım bu akşam. Bir acayip oluyorum onların masasında, anlayamadım gitti. Çok güzel parçalar istiyorlar ondandır desem değil, çok iyi dinleyiciler desem ondan da değil. Anlatması zor garip bir şeyler oluyor, yay elimden uçacak keman kanatlanacak sanıyorum, bir sis, bir bulut değişen tipler ünlüler ünsüzler, ağlayanlar gülenler, isimler bir sürü isimler. Şu sigara tutanda mı, şarkıları isteyen de mi yoksa masanın kıdemlisi hocada mı var bir şeyler çözemedim. Ne olur bu akşam gelsinler, gelsinler de şu sırrı çözeyim.
Mevsimlerden yaz, hava hiç ağır değil yağmurların bıraktığı hafif serinlikle denizden gelen püfür püfür bir esinti var. Mekanların kapı önleri terasları doluyor yavaş yavaş, çevrenin nemi kokusu her şeyi içkiye davet ediyor meyilli nefisleri. Terastan başlıyoruz masaları dolaşmaya, her masada bir saksı fesleğen, hepsini okşuyorum elimi uzatıp anason kokusuna karışıyor kokuları masalsı oluyor. Bir ara aşağıya bakıyorum kapı önüne, kaç masa dolmuş, kimler gelmiş. İşte buradalar, biliyordum geleceklerini iki haftayı geçirmezler yaz mevsimi sık sık gelirler. Terasın müşterisini oldubitti pek sevmem, sanat müziğinin dedeleriyle beraber öldüğünü sanan ipsiz sapsız tipler genelde terasta yer ayırtır. Televizyonda radyoda duydukları bir iki içler acısı parçayı dillerine dolar bize çaldırırlar. Meyhanelerin soyları tükenmedi, sayıları çok azaldı şekilleri değişti belki ama o eski müdavimlerin, demcilerin soyu çoktan tükendi sanırım, onlar yerlerine kimseyi bırakamadılar ve şimdi şehri dolduran bu korkunç güruh, az kalan meyhaneleri de dolduruyor yazık. Şu aşağıda sabırsızlıkla bizi bekleyen, benim de yanlarına gitmek için can attığım bizimkiler ve onlar gibi bir avuç demci de olmasa hiç tadı olmayacak şu telleri gıcırdatmanın. Ortamın ve anın tadına varana, kıymetini bilene ne mutlu.
Nihayet bizimkilerin masasındayız, aşağıya iner inmez hemen seslenip çağırdılar. İlk onların masasına gitmek adet oldu. Bakıyorum da kemik kadro, trio burada, sigara tutan uzun ağabey, en eli açık olan da o pek seviyorum kendisini. Balat’dan hemşerim olan hoca, ne hocasıdır bilmiyorum ama diğerleri hocam dediğine göre kesin bir hocadır. Ve de akranım olan genelde parçaları isteyen ve ben çalmaya başladığımda yüzüne bir Metin Akpınar gülümsemesi yerleşen arkadaş, parçalara eşlik etmesi de bir değişik bunun temiz yüzüne tezat kalın bir sesi var. İşte ne oluyorsa bana bu masada oluyor ve etkisi gece bitene kadar sürüyor. Daha girişi yapmadan uzun ağabey sigaramı yaktı, ilk nefesi çekiyorum, parmaklarım karıncalanmaya başlıyor, ikinci nefeste karıncalanma kafa derime geçiyor bu sigarada bir şey var. Kemanı ve yayı elime alıyorum, nihavend taksimi ile başlıyoruz, gülümseyen arkadaş karşımda oturuyor, bazı nadide klasik eserleri ve makamlarını biliyor, biliyor ama bilgisi kulaktan dolma meraklı ve iyi bir dinleyici sadece, eğitimi ve beceresi yok. Nereden mi anlıyorum, darbukaya eşlik etmek için bazen masada ritim tutmaya çalışıyor ama olmuyor, müzik kulağı yok. Ortaokulda müzik derslerinde de sıkıntı çekmiştir kesin, Uğraşıp, yapamayıp sinirlendiğinde Helvacıoğlu marka blok flütünü çakıyla kesmeye çalışmıştır, şimdi divan altlarında bir yerlerde duruyorsa o flüt mutlaka pek çok yerinde kesik izi vardır. Neden kesmeye çalıştığını da adım gibi biliyorum, flütün uç kısmı çok sıkıştığından dönmüyordu, do notası da o uç kısımda olduğundan do notası geçen parçaları çalarken iki delikli olan o notayı kısa gelen serçe parmağıyla kapatamıyordu ve çatlak bir ses çıkıyordu. Serçe parmağının ucuna yara bandı sararak uzatmaya çalışsa da bu yöntem pek işe yaramamıştı. Ayrıca bu arkadaşın flüt çalarken yaptığı garip bir şey de sürekli üfleyerek çalmıyor hangi notayı basıyorsa onu söyler gibi üflüyordu, bu durumda çenesi acayip bir şekilde oynuyordu, şimdi hayal ettim de çok komik geldi. Çakıyla kesmeye çalışması da flütü kırmaya kıyamamasından olsa gerek. Garip bir davranış biçimi olduğuna şüphe yok, zaten biz masaya yaklaşırken de uzun ağabeyle hocaya hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu, “ bende insanların sinirine dokunan bir gariplik var” diyordu. Kesin bir kitapta okumuştur bunu, dur dikkatlice bakayım bakayım bir gariplik var mı, alnında yazıyordur belki. Alnına bakarken göz göze geliyoruz ve ben uçuyorum, kemanda elimden uçuyor bir garip aleme dalıyoruz sanırım arkadaşın zihnine giriş yaptık. Bir nebuladan geçiyoruz, uzakta gittikçe küçülen Yaşar Aga ile Engini görüyorum, bir kara delik onları yutuyor. Ben ise üst uzay boşluğuna bir türlü çıkamıyorum, bir beyaz cüce beni kendine doğru çekiyor. Allahım ben bu kadar uzay terimini ben nereden biliyorum ne çok bilimkurgu filmiydi belgeseliydi izlemiş bu çocuk içi kararmış valla. Tam da anam gibi konuştum şimdi, yirmi kağıda çok şahane fal bakar, ilk gördüğü adamın kadının gelmişini geçmişini şeceresini sayar döker dedikleri tas tamam çıkar. Pek meşhurdur mahallede falcı Atiye dedin mi sümüklü kızanlar bile hemencecik gösterir bizim kapıyı. Neyse, kemanım nerede benim vay almışta çalıyor bizimki, daha doğrusu çaldığını hayal ediyor. Öyle olduğunu sanıyorum hayaldir herhalde. Arkadaşın gerçekçi bir yanı da var yalnız, hayalinde bile çalamıyor ha ha ha. Ver şunu, flütü kesmeye çalıştığın gibi ikiye mi bölmek istiyorsun benim biricik sevgili kemanımı. Şuna bak yay değil demir testeresi tutuyor sanki, şimdi de sıcak basmaya başladı, bir yerlerden bir sürü kıvılcım çıkıyor sıcak lav gibi bir şeyler akıyor, Allah aşkına bu adam ne iş yapıyor. Bu parlaklık kayboluyor ve karanlığın ortasına, olur mu karanlığın ortası, köşegenlerin kesişme noktası, karanlıkta köşegen olur mu, alem köşebent olmuş karanlıkta köşegen olsa ne olur, işte onların ortasına hem de tam ortasına bir ay doğuyor. Nereden mi doğuyor, tabi ki fıstıkların arkasından. Fıstık çamlarını da ay aydınlatıyor zaten yoksa her yer karanlıktı önceden ve karanlığın ortasını köşegenle buldum ben. Dur bakalım, bu herif hiç bilmediğim geometriyi de öğretecek bana. Şimdi burada her şey kendi anlamını mı taşıyor yoksa farklı anlamları mı var, anam olsa bilirdi, yok balık gördün kısmet, deve gördün yolculuk, kuş gördün haber. Bu ay niye doğdu ki ne anlama geliyor, ay yüzlü bir sevgilimi demek yoksa, ne belli kaşık yüzlüdür belki. Ya da kaşık adası kıyısında denize giren bir ay yüzlüdür. Aaa ayın yakamozu çıktı, ay denizin üstüne mi geldi, ayın altına deniz mi geldi? Sonunda güneş doğuyor her gecenin bir sabahı demek burada da varmış, ama fıstık çamları gitmiş, daha doğrusu hiç kara görünmüyor, gece bütün buzullar eridi demek her yer su altında kalmış, küresel ısınmayı iyice benimsemiş arkadaş hehehe. O da ne gökyüzünde bir sürü balon çıktı şimdi de. Hepsi de kalp şeklinde kocaman kırmızı balonlar, sepetlerinde dansöz kızlar, yetmiş iki bucuk milletten cıvıl cıvıl dansözler. Kocaman kırmızı kalp balonlar, dansözlü balonlar, hayal balonlar, hayaller suya düşmesin, dansözler boğulmasın. Ama düşecekler, çift kanatlı pırpır uçaklar çıkıyor ufuktan tel bıyıklı pilotların kullandığı. Makineli tüfekleriyle hücum ediyorlar balonlara. Kalp balonlar patlamıyor, kırılıyor bin parça. Suya düşüyor hayal balonlar, Neden patlamıyor bu balonlar, kalpler patlamaz çünkü kırılır ancak ve hayaller de suya düşer bu az geldi hatta denize çakılır. Yazık oluyor dansözlere hepsini köpek balıkları yiyor pis katil tel bıyıklılar, yetmiş iki bucuk milletin dansözü telef oluyor, senelerce dansöz yetişmeyebilir dünyada, bugün tarihe kara bir sayfa olarak geçiyor yasla hatırlanacak ve dünya dansözler günü olacak. Nedir bu balondu uçaktı dansözdü ne acayip şeyler izlemiş müstehçen deli. Kalpti patlayan balondu dansözdü ne demek bunlar ya, kimbilir insanlara neler söylüyor da kaçırtıyor sonra da kalbi kırılmış pozlarına giriyor sapık mıdır nedir. Dansöz takıntısı çocukluğunun yılbaşı gecelerinde TRT ‘nin gece yarısı çıkarttığı dansözlerden geliyor olmalı. Memlekette pek çok kişiyi ruh hastası yapan bizzat devlet televizyonudur. Küçücük çocuklara Clementine gibi bir çizgi film izletmesi bunun için yeterli olmuştur. Aklımdan çıkmayan bir program da, adı “Anadolu’dan Görünüm” olan, korkunç bir amcanın sunduğu (en azından bana çocukken korkunç görünen) sürekli dağlarda öldürülen ve hepsi de nasıl oluyorsa artık güvenlik güçlerinin “teslim ol” çağrısına ateşle karşılık vermiş olan teröristlerin cesetlerinin alenen gösterildiği programdır.

Muhayyere geçerken hafif bir esintiyle kendime gelir gibi oluyorum ama yanılıyorum. Biz “Rüzgar Söylüyor” u çalarken bir meltem düşlüyor bizimki. Bir limanın mendireğinden başlayan bu esinti mezarlık servilerinden geçerek sarışın mavi gözlü bir delikanlının kıvırcık saçlarına dalıyor. Nilüferler açmış bir göle bakıyor delikanlı, ağlayan soluk yüzlü bir çocuk görüyor gölün kıyısında, kağıt kayığı batmış. Acem kürdi makamında ağlayan bu çocuk yoksa elemlerle dolu bir hayat mı yaşıyor. Çocuk koşarak uzaklaşırken göl de bir havuza dönüşüyor etrafına manolya ağaçları, banklar geliyor. Bankta oturup kitap okuyan bir adam var, arada etrafta bakıyor, bazı gelip geçenlerle selamlaşıyor. Kitabı bırakıp elinden karşıda görünen bir binaya dikiyor gözlerini eski saray bozması binaya. Seneler sonrasını düşlüyor, bu binada bir salonda bizim hayalperesti görüyor, beş suratsız adamın karşısında onlara bir şeyler anlatıp terleyen hayalperest içinden bolca her birine sövüyor. İşi bitince adeta mekana veda eden bakışlarla binadan çıkıyor, düşünde seneler önce bankta kitap okuyan adamı “ben buradayım” diyerek selamlıyor. Arkasından sesleniyor adam, “seni ben düşündüğüm için var değilsin sen bunların hepsini düşündüğün için varsın” diyor. Ağaçlar arasından koşar adım denize doğru iniyor, tam karşıda görünen Kız Kulesine gülümseyerek el sallıyor. Bir sokağın bir yokuşla kesiştiği bir yerde uzun ağabey ile buluşup Samatya’ya geliyorlar, hocanın onları beklediği bu masaya oturuyorlar. Beni görünce hemen gözleri parlıyor. Ben de uzun ağabeyin tuttuğu esrarlı sigarayı bile bile yine yakıyorum. Bu alemi sevdim, içinde dolaşmak hoşuma gidiyor.