11 Haziran 2009 Perşembe

BİR HAYAT KADININI BEKLEMEK

Yüksek apartmanların gölgesine arabayı park ettim içinde oturuyorum. Dikiz aynasından bir sokağın başı görünüyor, oraya bakıyorum. Oradan biri gelecek, bir hayat kadını ve ben onu bekliyorum. Sokağa girmedim, başında da durmuyorum, gölgede durmak akıllıca, bekleyeceğim süre uzayabilir, bütün kadınlar gibi hayat kadınları da insanı bekletirler. Karşıda bir dört yol ağzı, sağda solda apartmanların altında dükkanlar var. İnsanlar dolaşıyor, biraz aheste çokça miskin. Hava bunaltıcı arabanın camını açıyorum, bir sigara yakıyorum, biraz heyecan yanında da yerinden pek ayrılmayan acelecilik var, yine de rahat hissediyorum kendimi. Sokağa bakmaktan sıkıldıkça gelip geçen arabalara, insanlara bakıyorum, bazıları da bana bakıyor. Yol ortasında arabada oturan birisi hakkında insanlar ne düşünürler? Tabi ki birisini beklediğini düşünürler. Ben de birini bekliyorum, bir hayat kadınını. Babamı, dedemi, bir arkadaşımı, baldızımı da bekliyor olabilirdim değil mi? Onlara ne canım kimi bekliyorsam bekliyorum. Oh ne güzel kimi beklediğimi bilmiyorlar beni de tanımıyorlar. Tanısalar bilirler miydi acaba kimi beklediğimi? Şimdi bir tanıdık, bir arkadaş geçse kaş göz yapsa “ne iş, ne arıyorsun buralarda” dese. Görmezden de gelemem sap gibi arabada oturuyorum. Camı kapayıp dil çıkarmak isterdim ama normal şartlar altında kem küm edip savmaya çalışırım. Beni tanıyan pek çok kişi hayat kadınlarıyla işim olduğunu düşünmez, arada oluyor böyle. Ben kabullendim, onlarda kabullensin biraz pisliğim işte. Gözlerine güzel görünmek için kendimi aşağılıyor olabilirim, ruhumda pislikler olduğunu her zaman söylerim ama olup olmadığından emin değilim. Pek çok kişiye göre bir hayat kadınını beklemek bir erkeğin yaptığı sıradan normal işlerden biri de olabilir. Bu arada baldızımı bekleyemem çünkü evli değilim, müstakbel baldızım da yok, bal da yemediğim için baldan tatlı ne var onu da bilmiyorum. Evli olsaydım yine de bir hayat kadınını bekler miydim acaba? Eskiden olsaydı buna “yok artık daha neler” cevabını verirdim. Şimdi sadece “bilmiyorum” diyebilirim, evlilik nasıl bir şeydir onu da bilmiyorum ancak çok matah bir şey olduğunu sanmıyorum. Uzun süreler pek çok zırvalık düşünmeme rağmen bunun üzerinde çok düşünmedim. Evlenenlerin tebrik edilmesi garip gelirdi bana önceleri, “ne yani bunlar şimdi ne becerdi, ne başardı ki tebrik ediliyorlar” diye düşünürdüm. Sonradan bu zor kararı verip uygulayan insanların elbette tebrik edilmesi gerektiğini anlayabildim. Ne çok garip basit, yüzeysel düşüncelerim varmış ve hala da var, bunların hepsinden kurtulana kadar ömrüm de tükenecek sanırım.
Dikiz aynasından sokağın başına bakarken dalıp gidiyorum, bir hayat kadınını beklediğim için, hayat kadınları ile münasebetleri olan tarihi karakterler oluyorum. Aklıma ilk gelen de Tarkan oluyor. Kurtla beraber yorgun argın bir hana geliyorum, kendime pişmiş, kurda çiğ et ısmarlıyorum. İhtiyar hancının genç güzel ve yosma karısı servis yapıyor, yatacağım zamanda uyumak üzereyken odama geliyor, tabi ki hayır demiyorum, kurdu bahçeye salıp, kadını içeri alıyorum. Vandallılar gelmeden korsanlar zamanında tropik bir limanda meyhaneleri dolaşan bir gemici oluyorum. Kafamda bandana, üzerimde göğsü açık her tarafı şarap lekesi olan bir gömlek var, fitil gibi sarhoşum. Gemiye dönerken bir esmer güzelini kavrıyorum belinden, leş halime rağmen gelmem demiyor, güverteye çıkarken, miçolardan birine bağırıyorum “kıçtan rom ver” diye. Esmeralda’yı baş altına atmadan bir atın üstünde buluyorum kendimi. Eyer kılıfında Winchester tüfeğim, belimde iki altı patlar terkide para dolu çantalar var. Çölün ortasındaki küçük kasabanın barına hışımla giriyorum, şerifle göz göze geliyoruz bir an. Merdivenleri çıkıp bir odaya dalıyorum, karpuz kollu elbise giymiş, yüzü bol pudralı bir kadına sarılıyorum “posta trenini soydum bebeğim, seni kurtaracağım buradan, uzaklara, çok uzaklara gideceğiz” diyorum. Şerifin adamları barı sararken, ceketimi çıkartıp kartal kanat omuzlarıma alıyorum. Şimdi Eski İstanbul’da bir külhanbeyiyim. Belimde kırmızı bir Trablus kuşağı sarılı, saldırmam koltuk altımda, başımda fes, ayağımda yumurta topuk pabuçlar, bıyıklarım arabalı vapurun yandan görünüşü gibi. Uzaktan kırıta kırıta giden bir çarşaflıyı izliyorum. Orhan Veli’nin dediği gibi, “çarşaflı ama hafifmeşrep”. Cumbalı köhne bir eve giriyor, sokağı kolaçan edip, açık bıraktığı kapıdan dalıyorum içeri.



Arka arkaya dört film izledim, yok dört filmde arka arkaya oynadım hala gelmedi bu kadın, basıp gitsem mi acaba? Gelse ne olacak sanki, ikimiz samimiyetsizlikler yumağı olacağız. Hoş, samimiyetlikler yumağından da bir hayır görmedik ya. Bir ihtiyaç mıdır, can sıkıntısını mı geçirir, morali mi yükseltir yoksa daha çok bozar mı bilmiyorum. Ben hayat kadınlarıyla beraber olmayı sevmiyorum. Ağzım çok laf yapmaz, birkaç kısa genel soru, kulağa belki hoş gelen, söylerken kendimle dalga geçtiğim çokça da kendimden tiksindiğim bazı beğeni sözleri. Geldiğini mi hayal ediyorum, gördüğümü mü anlatıyorum bilmiyorum. Sıcak dokunuşlar, ürperten okşayışlar. Sezaryen izini görüyorum, çocuğunu soruyorum, “memlekette” diyor, “dört yaşında diyor” çıkartıp resmini gösteriyor, o çocuğa sarılıp ağlamak istiyorum. Ağlaya ağlaya küçülsem çocuk olsam. Annem bana simit alırken simitçiye oyuncak tabancamla ateş etmek, pazardaki köylü kadınları oyuncak yılanımla korkutmak istiyorum. Büyüyemeden ihtiyardım, ruhum hilkat garibesine döndü. İnsanların kurdukları düzenlere alışamadım. Problemler karışıkmış, dört işlemle çözemedim. Eksileri toplamakla hiçbir şeyin artmadığını anlayamadım. Çok sıkıldım çöplükler üzerinde martılar gibi uçmalıyım, onlar gibi bağırmalıyım. Belki böyle geçer sıkıntım.
Arabanın radyosunu açmak geliyor aklıma, istasyonları geziyorum. Türk Sanat Müziği çalan bir istasyonda duruyorum. “Bir kızıl goncaya benzer dudağın” çalıyor, muhayyer kürdi. Bayılıyorum bu makama, bu makamdaki şarkılara. Arabanın camını kapatıp eşlik ediyorum soliste. Kadın geldiğinde beni genç görünüşlü bir dede sanmasın diye değiştiriyorum istasyonu, hoptrik zıptirik şeyler çalan birin de duruyorum. Sokaktan genç çok güzel bir kız geçiyor. Bahar gelmiştir yaz gelmiştir, sevdiğiniz kadın etek bluz, açık ayakkabı giymiştir, işte öyle bir his doluyor içime. Yaptıklarımla düşündüklerim ne kadar çelişkili, her şey herkes gitsin çevremden, her şey herkes gitsin beynimden, bir dağ başında olayım. Güneş yakmasın, hava üşütmesin, rüzgarlar yalasın yüzümü, uğuldasın kulaklarımda, yağmurlar yağsın üstüme, süzülsün saçlarımdan, parmaklarımdan. Her şey gitsin derken bu sinir bozucu şiirsellikte gitsin. Peki ben ne yapmalıyım? Şöyle başlamalıyım; bir hayat kadınını da hayattaki diğer kadınları da beklemeyi bırakmalıyım.

2 Haziran 2009 Salı

RESİMLİ UÇURTMA

Paraşüt kursu öğrencilerini taşıyan çift pervaneli eski uçak şafak vakti gürültüyle havalanmış, ağır ağır yükseliyordu. Gökyüzünü renkten renge boyayan güneş tatlı sıcak bir ilk yaz sabahını getiriyordu. Pek çoğu ilk defa paraşütle atlayacak öğrenciler karanlıkta uyanmışlar, titreyerek hazırlanmışlar şimdi de uğuldayan, sarsılan uçakta atlama zamanın gelmesini korkuyla, heyecanla bekliyorlar, zorlukla duydukları kurs öğretmenlerinin son talimatlarını ve hatırlatmalarını dinliyorlardı. Pek çoğu liseli olan öğrenci grubunun içerisinde belki de en heyecanlısı, grubun en yaşlısı olan liseyi seneler önce bitirmiş bir delikanlıydı. Herkes hocayı dinlemeye çalışırken o kirli küçük camlardan dışarı bakıyormuş gibi yapıp çoğunlukla hocanın yanındaki kıza bakıyordu. Bugün onlarla beraber atlayacak olan bu kız yeni öğrencilerin eğitimlerinde gönüllü olarak görev alan uçuş okulunun tecrübeli öğrencilerinden biriydi. Teorik eğitimlerde hocalara yardım etmiş, öğrencilerinin teçhizatlarıyla ilgilenmiş, onlara bir çok faydalı tavsiyelerde bulunmuştu. Bu cin gibi bakışlı neşeli kız ilk andan delikanlının dikkatini çekmiş, onunla zaman zaman birkaç kelime de olsa konuşma fırsatı bulmuştu. Kurs başladığında grubun en yaşlısı olduğunu öğrenince dalga geçilme korkusuyla çekingenlik hisseden delikanlı, kısa sürede bu histen kurtulmuş herkesin abisi olmuştu. Herkesin ablası olan kızdan da iyiden iyiye hoşlanıyordu.
Uçak atlama bölgesinde uygun yüksekliğe geldiğinde kapıyı açtılar, ayakta kapı önünde sıralanan öğrenciler birer birer atlamaya başladılar. Baş dönmesinin, yürek çarpmasının, ölüm, yükseklik, düşme korkusunun insan zihninde karmakarışık hale geldiği bir andı bu. Sırası gelen her öğrenci kapının kenarlarına tutunmaya çalışırken kendini boşlukta buluyordu. Müthiş bir hızla düşüş, yukarıda küçülen uçak, etrafa düşen başkaları, olduğu yerde durmayan ufuk çizgisi, sağır edici rüzgar uğultusu ve nereye gidiyorsun diyen koca bir dev elin omuzlardan insanı yakalaması gibi paraşütün açılması. Yavaşlamanın ve tepede paraşüt kubbesinin tam açıldığını görmenin huzuru ile ellerin yedek paraşütün ipinden çekilmesi ve korkunun keyfe dönüşmesi. Bu keyfe kendini fazla kaptıran delikanlı herkesten uzaklaştığını geç fark etti. Kuvvetlice bir rüzgar onu savuruyordu, öğrendiği paraşüt yönlendirme tekniklerini birbirine karıştırarak uygulamaya çalışıyordu, yuvarlak acemi paraşütlerini yönlendirme imkanları oldukça kısıtlıydı. Düşünce yapılacak hareketleri hatırlamaya çalışırken paldır küldür kendini yerde buldu. Profesyonel paraşütle atlayan kız uzaklaşan acemiyi fark etmiş ona doğru yönlenmişti, yakın bir yere ustaca iniş yaptı. Kızın yakına indiğini ve kendine doğru geldiğini gören delikanlı dolandığı paraşütten kurtulmaya çalışarak ayağa kalktı, olması gerekenden uzağa bir de çuval gibi düşmüştü, işi pişkinliğe vurmak lazımdı.

- Eşekten düşen karpuz gibi görünüyorum değil mi?
- Yok, öyle demeyelim de asker valizi gibi düştüğün bir gerçek.
- Oldukça uzaklaştım, sanırım sen de merak edip buraya indin sanırım.
- Hoca atlamadan önce rüzgar çıktığını, dikkatli olmanızı söylemişti.
- Öyle mi, ben duymamışım. Manzaraya da fazla dalınca böyle oldu.
- Dinlemediğini fark etmiştim zaten.
- Çok belli oluyordu demek, konsantrasyon eksikliği diyelim.
- Muhakkak muhakkak. (Şapşal)
- Diğer öğrencilerle ilgilenmen gerekirken buraya inmen büyük incelik, özür dilerim ve teşekkür ederim.
- Rica ederim, uzaklaşan birinin yanına inmek normal bir durum, hadi paraşütleri toplayalım, gidelim.

Sabahın erken saatlerinde uçsuz bucaksız yemyeşil düzlükte toplanma alanına doğru yürümeye başladılar. Uzunca bir yolları vardı, kaçamak bakışlarla birbirlerini süzerlerken kız sessizliği bozmaya karar verdi.

- İlk atlayışını yaptın nasıldı neler hissettin?
- Çok güzeldi, korkunun zevke dönüştüğü böyle bir an daha önce yaşamamıştım.
- Bunu denemek için geç kaldığını düşünüyor musun?
- Bilemiyorum, benim hiç niyetim yoktu sakin hayatımın içinde asla yapamayacağım korkunç bir şey olarak düşünüyordum. Arkadaşların ısrarları ile katıldım kursa.
- Görünüşün gibi hayatın da sakin demek. Önceden havacılıkla hiç ilgilenmemiş miydin?
- İlgilenmiştim tabi, çok uçurtma uçurmuştum bir zamanlar, bir de uçak resimleri biriktirmiştim hehehe.
- Uçurmuşluğum yoktur ama ben de uçurtmaları çok severim, hala uçuruyor musun?
- Çok oldu bir uçurtma yapıp kırlara çıkmayalı, en son diğer çocukların yaşlarındayken uçuruyordum.
- O kadar da çok olmamış, unutmamışsındır yapıp uçurmayı.
- Sen uzun zamandır bu işin içinde olmalısın. Nasıl başladın?
- Çocukluktan beri bir merakım vardı. Ben de ilk önce paraşütle başladım, planörle devam ettim şimdi de çift kanalılarla uçuş öğreniyorum. Gökyüzü gerçek bir kaçış yeri, rahatlatıcı, huzur verici.
- Çift kanatlılar mı? Şu hangarlarda gördüklerimiz hani, müthiş bir şey olmalı.
- Evet öyle, nostaljik ve efsanevi.
- Bunların belgeselleriyle büyüdüm ben, Red Baron, Albatroslar, Spatlar. Çocukluğumun kahramanları, gökyüzü şövalyeleri.
- Bu kadar seviyorsan sen de denemelisin. Bizim uçaklar da eski ama bu söylediklerin kadar değil.
- Bilmem ki, bir uçağı kullanabilir miyim?
- Bunun cevabını kursuna başlarsan öğrenebilirsin.
- Bana yardımcı olursan hemen başlarım.
- Sakin hayata evlada diyorsun yani. Elbette yardımcı olurum, ben yakında tek uçuşlara başlayacağım, beraber uçarız bildiğim her şeyi öğretirim sana. Dönünce işlemleri başlatalım, ilk kursa kaydını yaptıralım.
- Harikasın, bir başlarsan bir daha bırakmazsın demişlerdi doğruymuş.

Hoşlandığı kızdan beklemediği kadar yakın bir ilgi gören delikanlının ayakları yerden kesilmişti. Bu kız uçma mikrobunu damarına enjekte eden bir hemşire gibiydi. Sevinçten uçarken kafa karışıklığı onu yere indirdi. Kafa karışıklıkları ve kararsızlıklar sevmediği ama alıştığı durumlardı, “bunlar yüzünden, hep bunlar yüzünden hayata karşı sağlam bir duruşum olmadı” diyordu. Olmayacak zamanlarda beliren umutsuzluklar içini kemiriyordu. Geçmiş ne getirdi ki gelecek ne getirecek. Hayatı, zamanı çoğunlukla içimde yaşadım, bitiremediğim meselelerle uzadı bu zaman içimde, bedenim dış zamanda genç dururken ruhum ihtiyarladı. Zaman su gibi akıp geçerler derler, gerçekten de öyle akıp geçiyor, tortular bırakarak. Moloz ve balçık kaplı su kanalı gibi bir zihnim var. Aşk nerede peki bu kanalda? Akan suyun savurduğu hurda bir arabadır aşk, gıcır gıcırken elim bir kaza sonucu hurdaya çıktı, suya karıştı bir kenara saplanıp kaldı. Şimdi ise mahallenin yaramaz çocukları her gün bir parçasını söküyor, camlarını kırıyor. Bazen o arabayı sürdüğüm günleri hatırlarım, engel olamadığım elim kazayı düşünürüm, ben böyleyim işte, başlamak isterim başlayamam, başlarım yürütemem. Tortuları temizlemek isterim yapamam, yine de geride bırakabilirim belki bunları, suların yerin altından sakin aktığı yemyeşil çayırlara çıkabilirim, biri elimden tutup götürürse. Ben yalnız yapamam bunu, biri elimden tutmalı bu kız beni götürebilir, götürmeli, kararsızlık gereksiz ne olursa olsun beni götürmeli.
Kız, delikanlının hareketlerinden kendisinden hoşlandığını anlamayacak kadar saf değildi. Onun da bu sakin olgun görünüşlü çocuğa kanı kaynamıştı. Uçmanın verdiği haz yere inince devam etmiyordu. Sıkıntılarından uzaklaşmak için uçmaya başlamıştı, uçarken hepsini unutuyordu, ancak yerdeyken uçmayı düşünmek bile onları unutturmuyordu. Zor zamanlar geçirmişti, geçirmeye devam ediyordu, dikkatli bakıldığında neşesinin altındaki hüznü görmemeye imkan yoktu. Hayal kırıklıkları, kalp kırıklıkları, sevilen, sevilmeyen, seven, sevmeyen insanlarla sonu gelmez çatışmalar tartışmalar, değişen düzenler yormuştu, yıpratmıştı onu. İdare etmekle, kaçıp gitmek arasında kalıyor kaçıp da nereye gitmek konusunda buhrana giriyordu. Uçmak geçici de olsa bir kaçış yoluydu. Geceleri sürekli gördüğü bir rüya vardı; kendisi küçük bir melekti, kaçmak istediği sorunları dev kayalar halinde dağlardan yuvarlanıyor etrafını sarıyordu, uçmak istiyor aralarından çıkamıyordu, büzülüp kıvrılıp kalıyordu ortalarında. Soluk soluğa uyanıyor, yüzünü yastığa gömüp ağlıyordu. Keşke biri gelse beni o kayaların arasından çıkarsa, bu çocuk yapabilir, elimden tutarsa kayaların arasından maviliklere uçabiliriz beraber.
Delikanlı kursa başladığında kız da solo uçuşlarına başlamıştı. Buldukları her fırsatta birbirlerini görüyorlardı. Kimi zaman kız sınıfın kapısında çocuğun dersinin bitmesini, beklerken kimi zaman da çocuk pist başında kızın uçuştan dönmesini bekliyordu. Keyifleri yerinde, moralleri yüksekti, her ikisinin de gözleri bir başka parlıyordu artık. İç sıkıntıları geride kalmış onların yerini birbirlerine ve gökyüzüne olan aşkları almıştı. Bir uçuşunda kız, hangardan çift kişilik uçağı aldı ve yasak olmasına rağmen sevgilisini de uçağa bindirdi, bu beraber ilk uçuşlarıydı, coşkuyla havalanıp ufukta kayboldular. Yükseldiler, alçaldılar dağlar tepeler, vadiler göller gördüler, rüzgarın uğuldamasını kendi şarkıları olarak seçtiler. Gök yüzü ne güzeldi, yer yüzü ne güzeldi, doğa ne güzeldi, hepsinden güzeli de aşklarıydı. Tek şikayetleri olsa olsa bu çift kanatlı eski uçakta yan yana değil arka arkaya oturulmasıydı. Bir koruluğun yanında düzlük bir alan gördüklerinde bir yasağı daha ihlal etmeye karar verdiler ve bu düzlüğe indiler. Uçaktan inip ele ele koşarak koruluğa daldılar, ağaçlar arasında koşturup çocuklar gibi atlayıp zıplarken yorulup bir ağacın dibine sarılarak çöktüler. Konuşmadan dakikalarca göz göze kaldılar, çok güzel ve özel sözlerle bozulabilecek bir sessizlikti bu, delikanlı bu sözleri bulduğunu düşünüyordu.
- Sen uçan en güzel şeysin biliyor musun?
- Kuşlardan da mı güzelim?
- Kuşlardan da güzelsin.
- Kelebeklerden de mi güzelim?
- En güzelinden bile daha güzelsin.
- Peki ya uçurtmalardan?
- En güzeli üzerinde resmin olandır.
- Ne tatlı şeyler söylüyorsun, bunlara aynı güzellikte bir karşılık bulamıyorum, sen de geleceğin en yakışıklı pilotsun öyleyse.
- Burası çok hoş bir yermiş, biraz uzak ama yarın buraya tekrar gelelim mi?
- Uçakla geliriz yine olmaz mı?
- Daha uzun süre kalmak için uçaksız gelelim.
- Evet uçakla çok kalamayız, geç kaldık değil mi? Dönsek iyi olacak.

Ertesi gün pırıl pırıl bir güneş altında kır çiçekleri toplayarak geldiler koruluğa. Bir ağaca sırtlarını verip oturdular, “sen biraz burada bekle “deyip delikanlı ağaçların arasında kayboldu, kocaman bir uçurtmayı sallayarak geldi kızın yanına. Nerdeyse iki metre boyundaki uçurtmanın kuyruğu rengarenk kağıtlardan, gövdesi de beyaz tuval bezinden yapılmıştı, üzerinde kızın yağlı boya portresi vardı. Hayatındaki en hoş sürprizi yaşayan kızın gözleri büyümüş, ağzı açık kalmıştı.
- Bu, bu ne güzel bir şey böyle nerden çıktı birden.
- Dün gece yaptım, sabah da erkenden getirip burada sakladım.
- Resmi de mi sen yaptın?
- Evet, bendeki fotoğrafına daha çok da karşımda duran hayaline baka baka yaptım.
- Nasıl bir delisin sen, hep kocaman kocaman gülümsetiyorsun beni. Uçurtma yaptığını söylemiştin de ressam olduğundan haberim yoktu.
- Ne ressamlığı canım, yağlı boya resmim biraz iyidir o kadar. Yıllardır ne resim yapmıştım ne uçurtma. Bir daha da yapmam herhalde diyordum.
- Bir daha yapmayız dediğimiz neleri yapmadık ki. Eee ne duruyoruz hadi uçuralım şunu göründüğü kadar iyi uçacak mı bakalım.

Resimli uçurtmayı topladıkları çiçeklerle süslediler. Şanslarına tatlı bir esinti başlamıştı ki, uçurtma dalgalana dalgalana, yükseldi yükseldi. Gözden görünmez hale geldiğinde ipini çoktan bırakmışlar, dudak dudağa çimlere uzanmışlardı.