10 Eylül 2010 Cuma

DÜĞÜN SENDROMU



Düğünlere davet edilmekten isyan eden bir adamın öyküsüdür.

Uzun zamandır görüşmediğim liseden bir arkadaşım aradı geçen gün. Telefonda ismini görünce neden aradığını tahmin ettim. Evleniyordu ve iki hafta sonraki düğününe beni davet ediyordu. Davetiye göndermek için de adresimi aldı, aramasının yeterli olup davetiyeye gerek olmadığını söylediğim halde. Bazı insanlar davetiyeleri saklarlar, ben her zaman başta kağıt olmak üzere tüm malzemelerin geri dönüşümünden yana olmuşumdur, yani davetiye saklamam, tarihi geçince atarım. Bu arkadaşım geçen sene de nişanına çağırmıştı beni, yakın bir yerde olmasına rağmen “nasıl olsa düğününe giderim nişanda ne işim var” düşüncesiyle gitmemiştim. Ne de kolay düşünmüşüm zamanında “nasıl olsa düğününe giderim” diye, geldi işte o zaman ve derdi sarmaya başladı beni. Ben düğünlere gitmeyi sevmiyorum, davet edilmekten de hoşlanmıyorum. Benim gibi düşünen çok kişi olduğundan da adım gibi eminim ancak bunu samimiyetle ve açıkça dile getiren pek olmuyor.
Ne güzel bu seneyi de geçen senen gibi iki düğünle kapattım derken yaz sonu hesapta olmayan bir düğün daha çıktı. Hediye götürmekten kaçtığım sanılmasın, ömrü hayatımda hiçbir zaman pinti bir adam olmadım, nerede ve ne şekilde olursa olsun hediye vermek beni her zaman mutlu etmiştir. Düğünlere gitmekten yakındığım zamanlar kimileri “sen gitmezsen seninkine de kimse gelmez” diyor. İşte bu laf beni tilt ediyor, “demek ki millet bu zihniyetle düğünlere gidiyor” düşüncesi kafamdan gelip geçtikten sonra “benim gibi düğünlerden nefret eden bir adam nasıl olur da bir düğünde başrol oyuncusu olabilir” kabusu ortaya çıkıyor. Tabi ki olamaz böyle bir şey gidin pis düşünceler rahat bırakın beni defolun kafamdan. Kulaklarım çınlamaya başladı yine, tansiyonum yükseldi, sıkıntı bastı offff.
İnsanların bir arada olduğu gülüp eğlendiği bir ortamın içinde bulunmaktan hoşlanmayışımdan kaçınık biri olduğum anlaşılabilir. Bilemiyorum belki tamamen belki de kısmen öyleyimdir. Çok emin olmamakla beraber sanırım öyleyim. Şimdi bir psikoanalist ile konuşuyor olsaydım genel geçer ve alışılmış bir durum olarak (gerçekten öyle midir bilmiyorum) çocukluğuma inerdi. Aramızdaki diyalog da sanırım şöyle olurdu:
- Evet şimdi çocuk olduğunuzu ve bahçenizde koştuğunuzu hayal edin.
- (Konuşmaya “evet”’le başlayanlara da uyuz olurum, ben de yapıyorum bazen o zaman kendime de uyuz oluyorum.) Evet koşuyorum, (bak kendime de oldum işte)
- Ne görüyorsunuz ?
- Toprak ve bir sürü karınca görüyorum.
- Başka bir şey görmüyor musunuz?
- Hayır görmüyorum.
- İlginç neden acaba?
- Çünkü koşarken düştüm, dizim de çok acıyor ya.
- (Hay sakar geri zekalı ne kadar kaldı bunun seansının bitmesine) Tamam buldum, burnunuzdan içeri kaçan karıncılar kafatasınızın içinde üremişler ve beyninizi tüketmişler. Üzülerek söylüyorum ki siz bir beyinsizsiniz.
- Karşınızda oturarak da bunu ispatlamıyor muyum zaten.

Psikoanalisti bir kenara bırakalım ben kendi kendime ineyim çocukluğuma. Çoğu kişinin çocukken yaptığı iki şeyi ben yapmadım. Anaokuluna da Kuran kursuna da gitmedim. Sanırım birincisi yüzünden asosyal, ikincisi yüzünden de itikatsız oldum. Annem öğretmendi ve çalıştığı için anaokuluna gitmemi çok istemişti. Bir seferinde hevesleneyim diye beni götürmüştü ama ben kapıdan içeri girmemiştim. Çocukların oyunları ve oyuncalar ilgimi çekmemişti çünkü beni korkutan bir şey vardı orada “öğle uykusu” iyi de ben gündüzleri uyuyamazdım o zamanlar, hala da uyuyamam. Gündüz vakti kitap okurken veya televizyon izlerken içim geçecek olsa, zihnim beni rahat bırakmaz ve tam bir uykuya dalamam. İkincisine ise göndermeye niyetlenen olmamıştı, olsa bile ben oraya da gitmezdim. İlkokul bire başladığımda da ilk birkaç ay boyunca okula gitmeden önce evdeki herkese fikrini sormuştum “sence bugün okula gitsem mi” diye. “Sen bilirsin biz işimize gücümüze gideceğiz” derlerdi hep, ben de evde yalnız kalmamak için zilin sesini duyar duymaz koşar giderdim. (okul sokağın karşısındaydı da) Evde yalnız kalmak şimdi olduğu gibi kıymetli değildi o zamanlar. Bakıyorum da aradan yirmi üç sene geçmiş ve ben okuldan hala kopamamışım, o kadar da asosyal değilmişim demek ki.
Evlenenlerin mutluluğunu kıskandığımı, bu mutluluğu görmeye dayanamadığım için de düğünleri sevmediğimi düşünebilecek sığ zihinliler çıkacaktır. Şunu söyleyebilirim ki hiçbir evlenen erkek benim şu an olduğum kadar mutlu olamaz. Kadınlar için net bir şey söyleyemeyeceğim, ben şu anda bile olsa işleyen bir dimağ sahibi olmanın burukluğunu yaşayabilirken onlar kanımca evlenirken kusursuz bir mutluluk yaşıyorlardır. Büyük Türk düşünürü Selahattin Duman’ın da dediği gibi “nikahta erkek ölür, kadının yeni hayatı başlar”.
Birçok yerde olduğu gibi düğünlerde de kendimi garip hissederim. Bunu nasıl anlatsam ki, şöyle bir benzetme yapabilirim belki. Benim de katılanı olduğum bir düğünde herkesin göründüğü genel bir fotoğrafı ve bu fotoğraf üzerinde elinizi gezdirdiğinizi düşünün. Benim olduğum yer parmağınıza kabartılı gelecektir. Çünkü hayata eğreti olarak tutturulduğum gibi buraya da çıkartma gibi yapıştırılmışımdır. Yapıştırılmış olmak her anlamda doğrudur. Yerimden kalktığım, akraba düğünleri hariç pek görülmez, onlarda da adet olduğu üzere teyzeler, halalar ve kuzenlerle dans etmek için kalkarım, görevimi ifa edip ivedi bir şekilde yerime geri dönerim. Düğün yemekli ve içkiliyse, biricik teskin edicim rakıdan bolca tüketmeye çalışırım. Rakı yoksa şarap veya votka kokteylleri ile idare ederim. Sonuçta hepsinin etkisi aynıdır, yatışmış bir zihin, sırıtkan bir yüz ve kısılmış boş bakan dumanlı gözler, yoksa bir düğüne başka nasıl katlanılır.
Bu kadar da olumsuz olunmaz, hiç mi hoşuna giden bir şey yok düğünlerde diye sorulacak olursa, düşünüyorum ve sınırlı sayıda da olsa hoşuma giden bazı şeyler aklıma geliyor. Nadiren de olsa müzik güzel olabilir, ne yazık ki hoşuma giden müzik genelde çok kısa sürer ve milletin ortaya çıkıp oynadığı (debelendiği) müzikler düğüne hemen hakim olur, beni de zorla kaldırmaya çalışanların eline koluna çatalı batırasım gelir. Çoğu düğünde müzik ve ses düzeni berbattır ne çalan şeyi anlarsınız ne de yanınızdakilerle konuşabilirsiniz. Ama asıl hoşuma giden çocuklardır. Çocukları hep sevmişimdir, sorumlulukları bana ait olmadığı sürece de sevmeye devam edeceğim, sıkıntısını başkası çeksin ben uzaktan seveyim yeter. O küçücük kızları gelin, oğlanları damat gibi giydirirler, etrafta koşarlar zıplarlar düşerler. Birini yakalayıp sevmeye kalksanız hemen elinizden sıyrılmaya çalışır, koşup oynamaktan geri kalamaz çünkü, düğün salonu tam bir deşarj yeridir onlar için. Velhasıl düğünün tadını çocuklar çıkarır. Gelen davetiyelerin birinde parantez içinde “düğüne çocuk getirilmemesi rica olunur” diye yazıyordu. Ne soğuk bir davetiyeydi o, çocuksuz düğün mü olurmuş, zaten gitmeyeceğim düğünün davetiyesini hemen attım. Bekarlar masasında olmak da bazen hoşuma gider, genelde damadın arkadaşı bir grup ite ayrılmış olan en kenar köşede veya tuvalet kapısının ağzında kalmış masada güzel makara yapılır.
Son zamanlarda iyice yaygınlaşan bir adet benim düğünlerden sıyrılma faaliyetlerimi iyice zorlaştırmaya başladı. Bazı çiftler birer hafta arayla çift düğün yapıyorlar ve davet ederken de birine gelemesen bile diğerine mutlaka gel diyorlar. Yok ikisine de gelecektim. Ne düğün meraklısı milletiz arkadaş, nasıl kurtulacağız bu lüzumsuz adetten bilemiyorum. Birinden sıyrılmak için kırk takla atarken iki taneden nasıl sıyrılayım. En güzel düğün gidilmemiş olandır ve en sevdiğim düğünler de uzaklarda yapılandır. Uzun mesafe, gitmemek için en iyi bahanedir ve davulun sesi gerçekten uzaktan hoş gelir.
Yine de gelecek için iyimserim, zamanla çevremdeki evlilerin sayısı artıp bekarların sayısı azaldıkça daha az düğüne davet edileceğimi düşünüyorum. Ancak aziz milletimin önüne geçilmez düğün merakı kimi zaman bu iyimserliğimi ortadan kaldırıyor. Günün birinde ne olacak biliyor musunuz? Benim kafanın kayışı kopacak ve boşa dönmeye başlayacak. Etrafa saldırır mıyım? Sanmam ilk yapacağım kaçmak olacaktır, uzaklara dağlara ormanlara kaçmak, tıpkı Manisa Tarzanı Gazi Ahmet Bedevi gibi. Peki ben hangi daha çıkacağım, İstanbul’da dağ mı var. Kayışdağı’na çıksam gecekonducular rahat vermez. En iyisi memlekete gidip Korudağ’a çıkayım ben. Gerçi memleket de ülkenin en has düğüncülerinin toplandığı bir yer, orası da sakıncalı olabilir. Neyse uygun bir dağ bulurum nasıl olsa. Birkaç parça eşya ile dedemin tüfeğini alırım. Tüfek avcılık için değil, tamamen korunma amaçlı. Hani olurda dağda bile düğüne çağırmak isteyen olursa vurmak için. Yalnız tüfeği kapıp dağa çıkmak çok geleneksel geldi bana. Bu devirde sıra dışı bir şey bulmak gerek. Mesela tüfek yerine ok ve yay olabilir. “Bir ok sessiz” Buldum Rambo’nun yayından yaptırıp çıkabilirim dağa. Yayın bir resmini bulup doğru sanayide bir tornacıya giderim. Acaba tornacıya derdimi nasıl anlatırım?



- Kolay gelsin dayı, şu resme baksana bir bunun aynısını yapabilir misin?
- Neymiş o bakayım , Rambo’nun yayı değil mi bu?
- Vay dayı nereden biliyorsun ya?
- Ohoo yiğenim bizim gençliğimiz Rambo filmleriyle geçti, ezbere bilirdik hepsini.
- Eee, ne diyorsun yapabilir misin?
- Ben yapmıştım zaten bundan iki tane.
- Yapmıştın, hem de iki tane?
- He biri kendime biri biradere. Mahallede bize Rambo kardeşler derlerdi. Rambo 3
- ‘den sonra saç uzatıp kırmızı bantla kafamızı bağlamaya başlamıştık. Birader Topkapı Esenyurt hattında çalışıyordu o zamanlar, Minibüsün üstüne kocaman “Rambo Kardeşler” yazmıştı. Hey gidi günler.
- Ne oldu şimdi o yaylara?
- Biraderinkini bilmiyorum benimkini kırıp attım. Bir gün burada arkadaşlara hava yaparken bizim çırağı şişledim yanlışlıkla, iki hafta hastanede yattı garip, ölseydi hapı yutmuştum. Ben de tövbe ettim yayı kırdım saçları da kestirdim.
- Yapacak mısın şimdi bana da bir tane?
- Yapayım da, sen ne yapacaksın bu yayı çok tehlikeli bak.
- Orasını karıştırma dayı merak etme kimseyi şişlemem.
- İyi o zaman iki gün sonra gel hazır olur.

Yayımı alıp sırtıma astıktan sonra kendimi dağlara vurup doğaya adayabilirim. Bir dere kenarına kulübe yaparım, üç evlek yer eker biçerim. Ben düğünlerden uzak huzur içinde yaşarken, yakınlarda bir köyde iki köylü arasında şöyle bir konuşma geçer:

- Yav bak ne diyeceğim, şu bizim düğüne dağdaki deliyi de çağırsak mı?
- Kimi kimi? Dağ da deli mi var?
- Var ya hani kulübede yaşıyor, çocuklarla oynuyor bazen.
- He onu mu, gelmez ki?
- Niye gelmesin lan, insan içine çıkmış olur garip biz de biraz matrak geçer güleriz.
- İyi hadi bulup çağıralım.

Ertesi günün gazetelerinde üçüncü sayfada şöyle bir haber vardır: “Falanca köyde iki köylü dere kenarında okla öldürülmüş olarak bulundu, olayın faili tek başına dağda yaşayan meczup vatandaş güvenlik güçlerine teslim oldu. Ağır tahrik var beni düğüne çağırdılar dedi”.
Peki sonra tam bir kurtuluş mümkün olur mu? Aradan yıllar yıllar geçer. Tabi bu yıllar akıl hastanesinin mahkumlar bölümünde geçer. Günün birinde hücre arkadaşım genç deli bana şöyle der: “Amca be buradan çıkınca benim nikah şahidim olur musun?” Ve yine bir üçüncü sayfa haberine konu olurum “Akıl hastanesinde yatmakta olan ihtiyar bir mahkum genç hücre arkadaşını önce yastıkla boğdu sonra da bastonuyla kafasını parçaladı, ihtiyar mahkumun bu vahşi cinayeti deli kuvvetinin de varlığını doğrulamış oldu. Cinayeti neden işlediği sorulduğun da beni öldürme planları yapıyordu ben daha önce davrandım dedi”.
Anlaşılan şu ki düğünlerden kurtuluş yok, çoğundan kaçıp, bazılarına giderek akıl sağlımızı (kaldıysa tabi) muhafaza edip durumu idare edeceğiz artık.

2 Eylül 2010 Perşembe

GAZİ PAŞA'NIN SOFRASI

“Buraya gel foks” diye seslendi Gazi Paşa. Köşkün bahçesinde ağaçlar altında oturmuş sabah kahvesini içiyordu. Yaklaşan köpeğin başını okşarken Fikriye gramofona bir plak yerleştirdi. İşleyen gramofondan nihavend makamında “Kimseye etmem şikayet” şarkısı yankılanmaya başlayınca, daha önce hiç duymadığı sesten hemen etkilenen Paşa “kimin plağı bu Fikriye, kim söylüyor” diye sordu. Fikriye, “Bu plağı sizin için aldım Paşam, bu yeni muhteşem sesin sahibinin ismi Zeki Müren” diyerek yanıtladı. “Gerçekten fevkalade bir ses, muazzam bir yetenek. Tanışmayı çok isterim köşke davet edelim bu sanatkarı. Uzun süredir büyük bir sofra kurmadık, davet etmeyi düşündüğüm başka kişiler de var sazlı sözlü güzel bir akşam geçirelim.” Köşkün kapısında Ali Çavuşla bir şeyler konuşmakta olan Salih Bozok müziği ve konuşulanları duyarak masaya gelmişti. Paşa ceketinin cebinden bir kağıt çıkartarak Salih’e uzattı. “Salih bu listede ismi yazılı kişileri bu akşam yemeğe davet etmeni rica ediyorum“. Yalnız şeref konuğunu listeye eklemen gerekecek o da şu an dinlediğimiz sanatkardır. Sevinçten gözleri parlayan Salih Bozok “emredersiniz paşam çok zamandır mahzundunuz, kitaplara dalmıştınız eski günlerdeki gibi bir sofra hepimize iyi gelecektir” diyerek listeyi aldı vakit kaybetmeden telefon başına koştu.
Plağı sonuna kadar dinleyen Paşa ağır adımlarla köşke girip çalışma odasına yöneldi. Masasına oturmadan kapı vuruldu. Köşkte kütüphane görevlisi olarak yeni çalışmaya başlayan kız elinde birkaç kitapla içeri girdi. “Dün akşam istediğiniz kitapları getirdim paşam” dedi.
- Çok teşekkür ederim getir bırak şu köşeye, ismin neydi senin unutuyorum kusura bakma.
- Estağfurullah Paşam, ismim Burcu.
- Nasıl, Burcu kızım alışabildin mi yeni işine, köşke, bizlere?
- Alıştım efendim, burada sizin yanınızda olmak kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük bir saadet benim için.
- Sağ ol kızım eksik olma. Bugün Afet Hanım gelecek köşke, kendisi kütüphane ile yakından ilgilidir. Gerekli gördüğü düzenlemeleri beraber yaparsınız olur mu?
- Emriniz olur paşam.
- Senden emrim değil ancak ricam olur.
- Sağ olun paşam müsaadenizle.

Uzun bir aradan sonra yeniden büyük bir akşam yemeği daveti verileceği haberi köşkte yıldırım hızıyla yayılmış, aşçısından garsonuna komisine muhafızına kadar herkes büyük bir heyecan ve çoksuyla hazırlıklara girişmişti. Hava kararmaya başladığında davetliler birer ikişer gelmeye başladı. Gelenleri kapıda Salih Bozok karşılıyor, sofranın kurulduğu büyük salona götürüyordu. Masadaki kalabalık arttıkça bu gecenin çok renkli geçeceği belli oluyordu. Geldiği haber verilince şeref konuğu Zeki Müren’i bizzat Gazi Paşa kapıda karşıladı. Elinin öpülmesine müsaade etmeyen paşa, Genç sanatkarı alnından öptü ve ayak üstü konuşmaya başladılar.
- Bir sanatkar el öpmemelidir Zeki.
- O el sizin eliniz ise her sanatkar öpmelidir paşam lütfen müsaade edin de öpeyim.
Büyük sanatkarın isteğini kıramayan paşa elini öptürdü.
- Sağ olun paşam beni berhudar ettiniz.
- Zeki bu sabaha kadar senden haberdar eğildim ama artık en büyük hayranın benim. Sen memleketin sanat ufkundan doğan pırıl pırıl bir güneşsin.
- Paşam bu sözlerinizle beni şereflere gark ettiniz. Güneş olan sizsiniz, bizlerse ancak sizin yörüngenizde bir seyyare olabiliriz.

Zeki Müren sevinç gözyaşları içerisinde salona girerken bütün davetliler de yerlerini almıştı. İçeri girdiğinde ayağa kalkmak isteyenleri nazik bir işaretle oturtan paşa kendine ayrılan yere geçti, bütün gözler üzerindeydi. Adeti olduğu üzere paşa açılış konuşması mahiyetinde birkaç sözle lafa başladı. “Öncelikle hepinize davetime icabet ettiğiniz için yürekten teşekkür ederim. Bu akşam sizin için olduğu kadar benim için de çok farklı bir anlam taşıyor, zamanında alışılagelmiş kişilerle yapılmış yemekli toplantılara göre çok farklı yüzlerle karşı karşıyayım. Gördüğüm kadarıyla görmek isteyip de davet ettiğim herkes gelmiş. Hatta ilk davet ettiğimde gelmemiş olan Nazım Hikmet bile aramızda”.
- Az kalsın senin yerine Deniz Kızı Eftelya’yı davet edecektim Nazım.
- Bu sefer davetinizi geri çeviremezdim Paşam.
- Neden ki?
- Çünkü… Çünkü memleketimi çok özledim. Memleketim memleketim… Siz memleket demeksiniz Paşam.
- Ben de memleketimi çok özledim Nazım. Ah Selanik, ah…Yalnız ben değil Nazım, sen de, onlar da, hepiniz, hepimiz memleketiz, hepimiz bu memleketiz.

Yeniden topluluğa hitap eden paşa konuşmasını sürdürdü. “Gördüğünüz gibi aramızda pek çok müzisyen var. Bu da demek oluyor ki çok keyifli bir akşam geçireceğimizden hiç şüphe yok. Nereden başlasak ki acaba “ derken Neyzen Tevfik’e göz kırptı. Koynundan neyini çıkaran Neyzen, o kıvırcık gür saçlı başını eğdi gözlerini kapadı ve üflemeye başladı. Herkesi bir başka aleme sokan tılsımlı ney sesi salonu doldurdu. Pek çok makamda perde perde dolaşan Neyzen anlayan anlamayan ki bu sofrada anlamayan bulunmazdı, tüm ruhları okşadı. Rast taksimle üflemesini bitirdiğinde herkes kendini oturduğu yere gökten inmiş sandı.
- Nefesine, neyine sağlık Neyzen seni dinleyebilmek ne büyük bir şans.
- Sağ olun paşam, esas sizin huzurunuzda olmak ne büyük bir şans.
- Sana normal servis açmışlar Neyzen, çocuklar hemen değiştirsin. Neyzen’e bir büyük tas, rakı ve ekmek getirin hemen.
- Tez getirsinler valla paşam. Elim ayağıma dolaşıyor hala korkum geçmedi.
- Hayırdır Neyzen nedir seni korkutan?
- Sormayın paşam, beni buraya bir gelin arabasıyla getirdiler de ondan korktum.

Salondaki herkes bu cevaba kahkahalarla güldü. Değerli saz üstatlarının yanın sıra Zeki Müren’e sürekli eşlik etmek üzere bir ince saz ekibi de salonda bulunuyordu. Neyzen’in mükemmel girişine karşılık olarak Zeki Müren onun dolaştığı tüm makamlardaki nadide eselerden birer kuple arda arda okuyarak efsaneleşecek bir potbori örneği sundu. Saz ekibinin engin mahareti de bu başarıya büyük katkı sağladı. Sofradaki bu küçük topluluk büyük sanatçıyı tıklım tıklım bir konser salonundaymışçasına dakikalarca alkışladı. Alkıştan sonraki birkaç dakikalık sessizliği Adnan Menderes bozdu.
- Paşam, İsmet Paşa’yı aramızda göremiyorum, neden yoklar acaba?
- İsmet Paşa mı, o eski sofraların müdavimlerindendi, bu ise ilk defa gelen konuklarıyla yeni bir sofra.
- Anlıyorum Paşam, ama yine de keşke burada olsaydı.
- Ne yapacaktın, yoksa paşayı bana şikayet mi edecektin?
- Ne yalan söyleyeyim hazır huzurunuzdayken onu ve sizin kurduğunuz orduyu size şikayet edecektim.
- Bu şikayetin sence bir faydası, faydasını geçtim bir anlamı olur muydu?
- Bu saatten sonra olmazdı tabi ama içime oturan bu derdi kime söyleyebilirim ki sizden başka. Gerçi siz de anlamazsınız belki, sizin için bir idam normaldir zamanınızda çok adam asıldı.
- Hiç istemesem de bu konuların açılacağını biliyordum. Öyleyse birkaç söz söylemek gerekecek. İstiklal mahkemelerinden çok sayıda idam kararı çıktığı doğrudur. Ancak bir başvekil için böyle bir karar çıkmamıştır. Bir başvekil yargılanıp idama mahkum ediliyorsa öncelikle ben ne yapım da kendimi astırdım demelidir.
- Fakat paşam pek çok faydalı icraatımız oldu memleket için.
- Adnan Bey, sizin başında olduğunuz fırkanın ismi neydi?
- Demokrat Parti Paşam.
- Peki siz demokrat mıydınız, ya da ne kadar demokrattınız?
- En az sizin kadar demokrattım Paşam.
- (Paşa gülümser) Diyelim ki en az benim kadar veya benim idarede bulunduğum dönem kadar demokrattın, ki o kadar bile demokrat değildin ancak bu senin dönemin için yeterli bir seviye değildi ki Sen ve ekibin, yönetimin, yüksek bir demokrasi seviyesini benimseyip uygulasaydı sonrasında her şey çok farklı olurdu. Mesela karşında oturan delikanlı Deniz asılmazdı, yanındaki tonton çocuk anayasayı kolayca delemezdi.
Bu sırada Adanan Menderes’in yanında oturan Turgut Özal söz alır,
- Paşam, anayasayı bir kerecik delmiş olabilirim ama ben bu memleketin önünü açtım, bu memlekete çağ atlattım.
- Önünü açarken arkasını kapamayı unuttun sanki be Turgut. Çağ atlattım diyorsun, yakın çağdan sonra yoz çağ mı başladı dünyada.
Menderes ve Özal söyleyecek bir sözleri olmadığını anlayıp sustular, Özal’ın karşısında oturan Bülent Ecevit bu sefer söz aldı.
- Paşam, Adnan ve Turgut Bey’e biraz yüklendiniz ama tabi her şeyin hesabı da kendilerinden sorulamaz, onların kafasında olan politikacılarımız hiç eksik olmadı.
- Biliyorum Bülent Bey, özellikle fötrlü ile takkeliyi kast ediyorsun, ancak onlar henüz bu tarafa geçmedikleri için kendilerini davet edemedim.

Paşanın saz ekibine doğru dönmesiyle Şükrü Tunar klarnet taksimine başladı. Kulakları doldurup, zihinlerin fişini çeken bu eşsiz seda gönülleri de kanatlandırıp uçuruyordu. Taksim sonrası Zeki Müren’in “Kırmızı gülün alı var” parçasına başlamasıyla sofraya yine neşe hakim olmuştu. Paşa bir ara yanında oturan Safiye Ayla’nın kulağına eğilerek sordu.
- Ne düşünüyorsun Safiye bu yetenek hakkında?
- Paşam bu sesi iyi dinleyiniz, böyle bir sesi bir başkasından duymazsınız. Çünkü mükemmelden daha iyisi yoktur.
- Haklısın Safiye, bu yegane bir ses, eşsiz ve benzersiz.
Bu esnada Paşa’nın gözü Safiye Ayla’nın yanında oturan ve sürekli bir şeyler yazan sarışın peruklu, kırmızı rujlu, beyaz çerçeveli güneş gözlükleri takmış Aysel Gürel’e ilişti Takılmadan geçemezdi.
- Aysel ne yazıyorsun sen bakayım?
- İlahi Paşam ben ne yazabilirim tabi ki şarkı sözü. Zekiciğime güfte vereceğim o da bestelesin.
- Neşeli bir şey olsun dinleyeni ağlatamasın tamam mı?
- Emriniz başım üstüne Paşam. Yani bu püsküllü şapkanın da üstüne hahaha.

Bir kadeh kaldırma zamanının geldiğini düşünen Paşa, saz ekibinin molasını fırsat bilip ayağa kalkarak masada tam karşısında oturan Tevfik Fikret’e doğru kadehini kaldırdı
- Ey şairlerin şairi büyük üstat şerefine içiyorum.
Tevfik Fikret’de ayağa kalkıp kadehini uzattı
- Sizi yani Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa’yı görmeyi çok istemiştim, buna ömrüm vefa etmedi. Fakat siz kabrime ziyarete geldiniz bu akşam da ben size iadei ziyarete geldim.
- Sağ olun büyük üstadım, hayatta hiç karşılaşmamış olsak da üzerimde çok etkiniz oldu, tefekkürümü siz geliştirdiniz desem abartmış olmam. Bu arada Orhan Veli ve Cahit Sıtkıyı’da beraberinizde getirmenize çok sevindim, beni affetsinler onları davet etmeyi unutmuştum.
- Bu çocuklar çok vefalılar, sağ olsunlar ziyaretime gelmişlerdi ben de aldım buraya getirdim.
- Ne güzel bir sofra, ne çok edebiyatçı var aramızda. (Paşa Sabahattin Ali’ye doğru dönerek) Sabahattin ama sen çok küskün duruyorsun. Acaba Zeki Müren’den “Aldırma Gönül” parçasını rica etsem gönlünü alabilir miyim?
- Gönlüm hep sizindir Paşam, Nazım “memleketimi özledim” dedi, bana memleketimi bile özlettirmediler, yine de küskün değilim küsmedim, küsemedim ne size, ne memlekete.

Aldırma Gönülü’ü okumaya başlayan Zeki Müren’e önce Barış Manço eşlik etmeye başladı ardından tüm masa. Her gönlün aldırmaması gereken bir şeyler olduğu için sofradaki herkes parçayı canı gönülden söyledi. Ardından Ercüment Batanay yayını tamburla beraber gönül tellerinden de çekerek bir taksim geçti. Zeki Müren Yemen Türküsü’yle gözleri buğulandırdı. Ve paşanın gözleri bir çift yeşil göze takıldı.
- Oğuz Bey meşhur romanınızı okudum. Fikriye, Burcu kızıma söyle kütüphaneden bulup getirsin.
- Çok sevindim paşam, başlayanlar genelde bitirememekten şikayet ediyorlar.
- (Roman gelir) Şuna bak maşallah tutunamayan birinin tutunmaya çalışırken duvardan söküp çıkarttığı bir tuğla gibi.
- Alışılmışın dışında bir şey yapmaya çalıştım Paşam.
- Başarmışsın da. Üstelik bir mühendisin böylesine önemli bir edebi eser ortaya koyması çok güzel. Bana Dostoveski’yi hatırlattın.
- Kendisi en beğendiğim Rus yazarlardandır.

Paşa bakışlarını Oğuz Atay’ın yanında oturan Sait Faik’e çevirir.
- Sait adadan mı geliyorsun?
- Evet paşam artık dört mevsim oradayım.
- Ohh Ne güzel, geleceğim bir gün ziyaretine.
- Her zaman beklerim paşam, şeref verirsiniz.
- Sait sen bu gecenin öyküsünü yazarsın herhalde.
- Ben değil de sanırım kapıda ki muhafız yazacak
- Nasıl yani, o niye yazıyor?
- Bilemiyorum paşam, içeri girerken dikkat ettim muhafızlardan biri sürekli not tutup gülüyordu.
- (Paşa yanında bekleyen Ali Çavuş’a döner) çağır gelsin bakayım şu muhafız içeri.
- Hangisini Paşam uzun olanı mı yoksa kısa olan mı çağırayım?
- (Sait Faik) Kısa olanı çağır.

Ali Çavuş kısa olanı çağırımasına rağmen birbirlerinden hiç ayrılamayan bu iki muhafız birlikte içeri girerler, paşaya tekmil vererek önünde esas duruşa geçerler. Kısa muhafızın pantolonunun arka cebinden not defterinin ucu görünmektedir.
- Sürekli not alıyormuşsun sen, ver bakayım defterini.
- Bu ne biçim yazı, sen hala eski Türkçe mi yazıyorsun, yoksa eskiyle yeninin karışımı bir yazın mı var? Okuyamıyorum sen söyle ne yazıyorsun?
- Gördükleri mi yazıyorum Paşam.
- Niye gazeteci misin sen?
- Yok Paşam öylesine yazıyorum anı olsun diye.
- Öylesine yazma, öykü yaz ki bir işe yarasın.
- İzniniz olursa seve seve Paşam.
- Köşkümün muhafızı öykü yazmak istedikten sonra iznin lafı mı olur.

20 Ağustos 2010 Cuma

KEMANCININ DÜŞÜ

Kemanımın teli koptu, hem de mi teli. Daha önce hiç kopmamıştı ilk defa dün gece koptu. Taksim’de bir konserde çalıyordum, kapanışta eski, yorgun, bitkin kemanım isyan etti. Mi teli zınk diye koptu. Uzun zamandır hiçbir teli kopmamıştı, çocukken acemiyken çok tel koparırdım ama o zaman bile mi tel kopmamıştı. Neyse ki iki takım yedek telim var dün gece elim değip de değiştiremedim. Eve döndüğümde sabah ezanı okunuyordu, vurdum kafayı yattım. Öğleden sonra olmuş yeni uyandım, hala yorgunum. Konserler meyhane fasıllarına benzemiyor çok yoruyor adamı ama çok keyifli oluyor bunlar. İş çıktımı konsere gitmeye can atarım, fasılları da çok severim tabi asıl işimiz o. Millet sarhoş eğlendirmek sansa da bana göre öyle değil. Her ne kadar taşradan mukassi görünse de meyhane, içindeki letafet ve zarafet demden sonra bizden sorulur. “Meyhane mi kaldı artık” diyenler var, doğrudur çok az kaldığı, “nerede o eski meyhaneler” diyenler çok, ben yaşlı sayılmam eski meyhaneleri de görmedim, duyduğum kadarıyla tahmin edebiliyorum ortamlarını sadece. Mesleğimi icra ederken insanlara bir nebze de olsa bunu yaşatıp o tadı verebilmeyi, okunan öğrenilen değil yaşanan bir tecrübe kazandırmayı istemişimdir hep. Kaybolmaya yüz tutmuş zanaatlar gibi bu işte hiç bitmez belki ama yaygınlaşmaz da. Dedem de süpürgeciymiş zamanın da şimdi kaç süpürgeci kaldı allah aşkına. Neyse, dün akşam ben konsere nasıl gittim onu söylemedim. Normalde biz her akşam keman, klarnet, darbuka üçlü ince saz ekibi olarak fasıldayız. Nerede mi? O son birkaç meyhanenin kaldığı Samatya’da. Başımız, şefimiz klarnetçi Yaşar Agadır, darbukacı Engin onun damadıdır. İşte dün Yaşar Aga rahatsızlanmış, haber gönderdi fasıla çıkmayacağız diye. Kahvede kös kös otururken telefon geld,i kemancı lazımmış Taksim’de ismi alengirli bir yerdeki konsere. Atladım gittim hemen, kaçırır mıyım konseri hem boş kalacaktık, para da lazım insana illaki.
Şu teli bağlıyayım da reçinesiydi akorduydu biricik sevgilimi hazır edip kahveye gideyim. Herkese anlatmam lazım konseri, aranan kemancı oldum artık ben çatlasın diğerleri. Sonra erken toplanırız, cumartesi bugün en yoğun iş günümüz. Bir süredir beklediğim birileri var gelirler umarım bu akşam. Bir acayip oluyorum onların masasında, anlayamadım gitti. Çok güzel parçalar istiyorlar ondandır desem değil, çok iyi dinleyiciler desem ondan da değil. Anlatması zor garip bir şeyler oluyor, yay elimden uçacak keman kanatlanacak sanıyorum, bir sis, bir bulut değişen tipler ünlüler ünsüzler, ağlayanlar gülenler, isimler bir sürü isimler. Şu sigara tutanda mı, şarkıları isteyen de mi yoksa masanın kıdemlisi hocada mı var bir şeyler çözemedim. Ne olur bu akşam gelsinler, gelsinler de şu sırrı çözeyim.
Mevsimlerden yaz, hava hiç ağır değil yağmurların bıraktığı hafif serinlikle denizden gelen püfür püfür bir esinti var. Mekanların kapı önleri terasları doluyor yavaş yavaş, çevrenin nemi kokusu her şeyi içkiye davet ediyor meyilli nefisleri. Terastan başlıyoruz masaları dolaşmaya, her masada bir saksı fesleğen, hepsini okşuyorum elimi uzatıp anason kokusuna karışıyor kokuları masalsı oluyor. Bir ara aşağıya bakıyorum kapı önüne, kaç masa dolmuş, kimler gelmiş. İşte buradalar, biliyordum geleceklerini iki haftayı geçirmezler yaz mevsimi sık sık gelirler. Terasın müşterisini oldubitti pek sevmem, sanat müziğinin dedeleriyle beraber öldüğünü sanan ipsiz sapsız tipler genelde terasta yer ayırtır. Televizyonda radyoda duydukları bir iki içler acısı parçayı dillerine dolar bize çaldırırlar. Meyhanelerin soyları tükenmedi, sayıları çok azaldı şekilleri değişti belki ama o eski müdavimlerin, demcilerin soyu çoktan tükendi sanırım, onlar yerlerine kimseyi bırakamadılar ve şimdi şehri dolduran bu korkunç güruh, az kalan meyhaneleri de dolduruyor yazık. Şu aşağıda sabırsızlıkla bizi bekleyen, benim de yanlarına gitmek için can attığım bizimkiler ve onlar gibi bir avuç demci de olmasa hiç tadı olmayacak şu telleri gıcırdatmanın. Ortamın ve anın tadına varana, kıymetini bilene ne mutlu.
Nihayet bizimkilerin masasındayız, aşağıya iner inmez hemen seslenip çağırdılar. İlk onların masasına gitmek adet oldu. Bakıyorum da kemik kadro, trio burada, sigara tutan uzun ağabey, en eli açık olan da o pek seviyorum kendisini. Balat’dan hemşerim olan hoca, ne hocasıdır bilmiyorum ama diğerleri hocam dediğine göre kesin bir hocadır. Ve de akranım olan genelde parçaları isteyen ve ben çalmaya başladığımda yüzüne bir Metin Akpınar gülümsemesi yerleşen arkadaş, parçalara eşlik etmesi de bir değişik bunun temiz yüzüne tezat kalın bir sesi var. İşte ne oluyorsa bana bu masada oluyor ve etkisi gece bitene kadar sürüyor. Daha girişi yapmadan uzun ağabey sigaramı yaktı, ilk nefesi çekiyorum, parmaklarım karıncalanmaya başlıyor, ikinci nefeste karıncalanma kafa derime geçiyor bu sigarada bir şey var. Kemanı ve yayı elime alıyorum, nihavend taksimi ile başlıyoruz, gülümseyen arkadaş karşımda oturuyor, bazı nadide klasik eserleri ve makamlarını biliyor, biliyor ama bilgisi kulaktan dolma meraklı ve iyi bir dinleyici sadece, eğitimi ve beceresi yok. Nereden mi anlıyorum, darbukaya eşlik etmek için bazen masada ritim tutmaya çalışıyor ama olmuyor, müzik kulağı yok. Ortaokulda müzik derslerinde de sıkıntı çekmiştir kesin, Uğraşıp, yapamayıp sinirlendiğinde Helvacıoğlu marka blok flütünü çakıyla kesmeye çalışmıştır, şimdi divan altlarında bir yerlerde duruyorsa o flüt mutlaka pek çok yerinde kesik izi vardır. Neden kesmeye çalıştığını da adım gibi biliyorum, flütün uç kısmı çok sıkıştığından dönmüyordu, do notası da o uç kısımda olduğundan do notası geçen parçaları çalarken iki delikli olan o notayı kısa gelen serçe parmağıyla kapatamıyordu ve çatlak bir ses çıkıyordu. Serçe parmağının ucuna yara bandı sararak uzatmaya çalışsa da bu yöntem pek işe yaramamıştı. Ayrıca bu arkadaşın flüt çalarken yaptığı garip bir şey de sürekli üfleyerek çalmıyor hangi notayı basıyorsa onu söyler gibi üflüyordu, bu durumda çenesi acayip bir şekilde oynuyordu, şimdi hayal ettim de çok komik geldi. Çakıyla kesmeye çalışması da flütü kırmaya kıyamamasından olsa gerek. Garip bir davranış biçimi olduğuna şüphe yok, zaten biz masaya yaklaşırken de uzun ağabeyle hocaya hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu, “ bende insanların sinirine dokunan bir gariplik var” diyordu. Kesin bir kitapta okumuştur bunu, dur dikkatlice bakayım bakayım bir gariplik var mı, alnında yazıyordur belki. Alnına bakarken göz göze geliyoruz ve ben uçuyorum, kemanda elimden uçuyor bir garip aleme dalıyoruz sanırım arkadaşın zihnine giriş yaptık. Bir nebuladan geçiyoruz, uzakta gittikçe küçülen Yaşar Aga ile Engini görüyorum, bir kara delik onları yutuyor. Ben ise üst uzay boşluğuna bir türlü çıkamıyorum, bir beyaz cüce beni kendine doğru çekiyor. Allahım ben bu kadar uzay terimini ben nereden biliyorum ne çok bilimkurgu filmiydi belgeseliydi izlemiş bu çocuk içi kararmış valla. Tam da anam gibi konuştum şimdi, yirmi kağıda çok şahane fal bakar, ilk gördüğü adamın kadının gelmişini geçmişini şeceresini sayar döker dedikleri tas tamam çıkar. Pek meşhurdur mahallede falcı Atiye dedin mi sümüklü kızanlar bile hemencecik gösterir bizim kapıyı. Neyse, kemanım nerede benim vay almışta çalıyor bizimki, daha doğrusu çaldığını hayal ediyor. Öyle olduğunu sanıyorum hayaldir herhalde. Arkadaşın gerçekçi bir yanı da var yalnız, hayalinde bile çalamıyor ha ha ha. Ver şunu, flütü kesmeye çalıştığın gibi ikiye mi bölmek istiyorsun benim biricik sevgili kemanımı. Şuna bak yay değil demir testeresi tutuyor sanki, şimdi de sıcak basmaya başladı, bir yerlerden bir sürü kıvılcım çıkıyor sıcak lav gibi bir şeyler akıyor, Allah aşkına bu adam ne iş yapıyor. Bu parlaklık kayboluyor ve karanlığın ortasına, olur mu karanlığın ortası, köşegenlerin kesişme noktası, karanlıkta köşegen olur mu, alem köşebent olmuş karanlıkta köşegen olsa ne olur, işte onların ortasına hem de tam ortasına bir ay doğuyor. Nereden mi doğuyor, tabi ki fıstıkların arkasından. Fıstık çamlarını da ay aydınlatıyor zaten yoksa her yer karanlıktı önceden ve karanlığın ortasını köşegenle buldum ben. Dur bakalım, bu herif hiç bilmediğim geometriyi de öğretecek bana. Şimdi burada her şey kendi anlamını mı taşıyor yoksa farklı anlamları mı var, anam olsa bilirdi, yok balık gördün kısmet, deve gördün yolculuk, kuş gördün haber. Bu ay niye doğdu ki ne anlama geliyor, ay yüzlü bir sevgilimi demek yoksa, ne belli kaşık yüzlüdür belki. Ya da kaşık adası kıyısında denize giren bir ay yüzlüdür. Aaa ayın yakamozu çıktı, ay denizin üstüne mi geldi, ayın altına deniz mi geldi? Sonunda güneş doğuyor her gecenin bir sabahı demek burada da varmış, ama fıstık çamları gitmiş, daha doğrusu hiç kara görünmüyor, gece bütün buzullar eridi demek her yer su altında kalmış, küresel ısınmayı iyice benimsemiş arkadaş hehehe. O da ne gökyüzünde bir sürü balon çıktı şimdi de. Hepsi de kalp şeklinde kocaman kırmızı balonlar, sepetlerinde dansöz kızlar, yetmiş iki bucuk milletten cıvıl cıvıl dansözler. Kocaman kırmızı kalp balonlar, dansözlü balonlar, hayal balonlar, hayaller suya düşmesin, dansözler boğulmasın. Ama düşecekler, çift kanatlı pırpır uçaklar çıkıyor ufuktan tel bıyıklı pilotların kullandığı. Makineli tüfekleriyle hücum ediyorlar balonlara. Kalp balonlar patlamıyor, kırılıyor bin parça. Suya düşüyor hayal balonlar, Neden patlamıyor bu balonlar, kalpler patlamaz çünkü kırılır ancak ve hayaller de suya düşer bu az geldi hatta denize çakılır. Yazık oluyor dansözlere hepsini köpek balıkları yiyor pis katil tel bıyıklılar, yetmiş iki bucuk milletin dansözü telef oluyor, senelerce dansöz yetişmeyebilir dünyada, bugün tarihe kara bir sayfa olarak geçiyor yasla hatırlanacak ve dünya dansözler günü olacak. Nedir bu balondu uçaktı dansözdü ne acayip şeyler izlemiş müstehçen deli. Kalpti patlayan balondu dansözdü ne demek bunlar ya, kimbilir insanlara neler söylüyor da kaçırtıyor sonra da kalbi kırılmış pozlarına giriyor sapık mıdır nedir. Dansöz takıntısı çocukluğunun yılbaşı gecelerinde TRT ‘nin gece yarısı çıkarttığı dansözlerden geliyor olmalı. Memlekette pek çok kişiyi ruh hastası yapan bizzat devlet televizyonudur. Küçücük çocuklara Clementine gibi bir çizgi film izletmesi bunun için yeterli olmuştur. Aklımdan çıkmayan bir program da, adı “Anadolu’dan Görünüm” olan, korkunç bir amcanın sunduğu (en azından bana çocukken korkunç görünen) sürekli dağlarda öldürülen ve hepsi de nasıl oluyorsa artık güvenlik güçlerinin “teslim ol” çağrısına ateşle karşılık vermiş olan teröristlerin cesetlerinin alenen gösterildiği programdır.

Muhayyere geçerken hafif bir esintiyle kendime gelir gibi oluyorum ama yanılıyorum. Biz “Rüzgar Söylüyor” u çalarken bir meltem düşlüyor bizimki. Bir limanın mendireğinden başlayan bu esinti mezarlık servilerinden geçerek sarışın mavi gözlü bir delikanlının kıvırcık saçlarına dalıyor. Nilüferler açmış bir göle bakıyor delikanlı, ağlayan soluk yüzlü bir çocuk görüyor gölün kıyısında, kağıt kayığı batmış. Acem kürdi makamında ağlayan bu çocuk yoksa elemlerle dolu bir hayat mı yaşıyor. Çocuk koşarak uzaklaşırken göl de bir havuza dönüşüyor etrafına manolya ağaçları, banklar geliyor. Bankta oturup kitap okuyan bir adam var, arada etrafta bakıyor, bazı gelip geçenlerle selamlaşıyor. Kitabı bırakıp elinden karşıda görünen bir binaya dikiyor gözlerini eski saray bozması binaya. Seneler sonrasını düşlüyor, bu binada bir salonda bizim hayalperesti görüyor, beş suratsız adamın karşısında onlara bir şeyler anlatıp terleyen hayalperest içinden bolca her birine sövüyor. İşi bitince adeta mekana veda eden bakışlarla binadan çıkıyor, düşünde seneler önce bankta kitap okuyan adamı “ben buradayım” diyerek selamlıyor. Arkasından sesleniyor adam, “seni ben düşündüğüm için var değilsin sen bunların hepsini düşündüğün için varsın” diyor. Ağaçlar arasından koşar adım denize doğru iniyor, tam karşıda görünen Kız Kulesine gülümseyerek el sallıyor. Bir sokağın bir yokuşla kesiştiği bir yerde uzun ağabey ile buluşup Samatya’ya geliyorlar, hocanın onları beklediği bu masaya oturuyorlar. Beni görünce hemen gözleri parlıyor. Ben de uzun ağabeyin tuttuğu esrarlı sigarayı bile bile yine yakıyorum. Bu alemi sevdim, içinde dolaşmak hoşuma gidiyor.

26 Temmuz 2009 Pazar

BİR KAPI AÇILDI

Geç vakit eve geldiğinde aç ve yorgundu. İşlerin hepsini bitirememiş incelenmesi gereken bir sürü belgeyi yine eve getirmişti. Haftalardır çok yoğun çalışıyordu, eve hiç bakamamıştı dolapta hazır yemek artıklarından başka bir şey yoktu, her taraf kirli ve dağınıktı. Temizlikçi kadını aramayı hep ihmal ediyordu. Ailesinin yanından ayrılıp tek başına yaşamaya başladığından beri yedi yıldır, evi hiç bu kadar berbat hale gelmemişti. İlk zamanlar evin temizliğine ve düzenine çok dikkat ediyordu, misafirleri, arkadaşları bir bekar evinin bu kadar tertipli olmasına şaşırıyorlardı. Gösterişli bir ev değildi burası, küçük loş bir apartman dairesiydi, hiçbir özelliğine bakmadan sırf yalnız yaşayabilmek için bir gün apartopar taşınmıştı buraya. Zaman içerisinde birkaç parça eşya edinmişti, gerekli olduğu için alınmış şeylerdi bunlar, evin zevkle döşendiği söylenemezdi. Bazen daha iyi bir daireye taşınmayı düşense de biraz üşengeçlikten biraz da iş bilmezlik ve vakitsizlikten yapamamıştı bunu. Yalnız yaşıyor olmanın getirdiği özgürlük havası ve heyecanı geçeli çok olmuştu. Geleni gideni de azalmıştı, eskiden ne partiler yapmış ne sofralar kurmuştu bu evde, son zamanlarda bir iki arkadaşı ile annesinden başka geleni olmuyordu. Kapıcı da çöp almak için gelmese günlerce kapı zilinin sesini duyacağı yoktu.
Üstünü değiştirip mutfağa gitti, dolabı açıp bir süre baktı, hiçbir şey almadan kapağı kapatacaktı ki guruldayan midesi buna mani oldu. Yenebilecek durumda bir şeyler seçti ısıttı, kalanları çöpe attı. Yemekten sonra çay içmek için çaydanlığa su koydu, demliği açtığında günler önce demlediği çayın artıklarının küflendiğini gördü. Söylene söylene demliği yıkadı, kavanozun dibindeki son çayı demliğe döktü. Elinde yemek tabağı salona giderken holde bıraktığı evrak çantasını da aldı. Kanepeye oturup önündeki sehpanın üzerindeki ıvır zıvırı bir kenara itti, bir yandan yemeğini yiyor bir yandan da incelemesi gereken dosyaları çantasında arıyordu. Dosyaları bulup sehpaya koydu, üzerlerine bir şey dökülmesin diye yemekten sonra incelemeye karar verdi. Yemek tabağını lavabodaki bulaşık dağının üzerine bırakıp çay doldurdu, salona geri döndü. Dosyaları incelerken saate baktı, sevdiği yarışma programı başlamıştı, televizyonu açtı. Dosyaları karıştırıp bazı notlar alırken yarışma programını dinliyordu. Yarışmacıların bulmaca çözer gibi sorulan soruları bilmeye çalıştığı kelime dağarcığına dayalı bir bilgi yarışmasıydı bu. Bazı kolay soruları bilemeyen yarışmacılara küfür etti. Kulağı yaraşmada dosyalara daldı gitti, birden ekrandaki yarışmacı ile aynı anda aynı cevapları verdiğini fark etti. Televizyona bakmasıyla elindeki dosyayı yere düşürdü. Kalkıp televizyonun dibine kadar girdi, burnu ekrana değiyordu. Gözlerine inanamıyordu yaraşmacı kendisiydi. Benzerlik olamazdı bu, sunucu yarışmacı adama kendi adıyla hitap ediyordu, sesiyle görüntüsüyle televizyondaki kendisiydi.
Şaşkınlığı geçmemişti ama bunun bir kabus, bir düş olmadığını anlamıştı. Telefonla bilinmeyen numaralardan kanalın numarasını buldu, santralden görüşebileceği kimseyi bağlatamadı. Televizyona baktı, yarışma devam ediyordu. Yarışma canlı yayınlanıyordu, kanalın yerini biliyordu sona erene kadar kanala yetişebileceğini düşündü. Üstünü bile değiştirmeden eşofmanlarla arabaya atlayıp son sürat kanal binasına ulaştı. İçeri girmeye niyetlenirken, seyircilerin ve yarışmacıların çıkmakta olduğunu gördü, yarışma bitmişti. Kalabalığın içinde kendisini ya da kendisine tıpatıp benzeyen adamı hemen gördü, gidip yakasına yapışıp “sen kimsin ulan” diyecekti ki adamın yanında bir kadın olduğunu ve küçük bir kızın elinden tuttuğunu fark etti. Bunlar bu adamın eşi ve çocuğu olmalıydı. Uzaktan onları arabalarına binene kadar izledi, sonra arabayla peşlerine takıldı. İyi bir semtte lüks bir sitenin otoparkına girdi araba. Kapının önüne park edip uzaktan izlemeye başladı Yolda uyumuş olan küçük kızı annesi kucağında indirdi, apartmanlardan birine girip gözden kayboldular. Peşlerinden gitmeyi düşündü, bunun şimdi uygun olmayacağına karar verdi. Oturdukları yeri öğrenmişti, kendine tıpatıp benzeyen bu adamla yalnız yüzleşmesinin daha doğru olduğuna karar verdi.
Arabayı çalıştırıp oradan uzaklaştı, eve dönmedi oto yola çıkıp amaçsızca yol almaya başladı. Şaşkınlığı yerini kafa karışıklığına bırakmıştı. “Hiç tanımadığım bir ikizim mi var acaba? Akla en uygunu bu adamın ikizim olması. Peki bu yaşa kadar nasıl bundan haberim olmaz? Belki bizimkilerin de haberi yoktur, doğduğumuzda kötü niyetli birileri hastanede öldü demişlerdir onun için, sonrada başka bir aile büyütmüştür. Bizimkiler de ölmüş bir ikiz kardeşim olduğunu gizlemişlerdir, bilememi istememişlerdir. Bu insan beyni ne garip bir organ, hemen duruma uygun mantıklı bir şeyler uydurabiliyor, kendi sorularına kendi cevap buluyor. Kesin bu benim ikiz kardeşim olmalı, birbirimizi tanımadan ayrı hayatlar yaşamışızdır, şimdi de tesadüf eseri yollarımız kesişmiştir. Yok daha kesişmedi, onun benden haberi yok ki, benim ondan haberim var ve kafam allak bullak şu an. O şimdi mışıl mışıl uyuyordur. O kadınla çocuk olmasaydı ben onun da kafasını karıştırmayı bilirdim. Monoton hayatıma değişiklik getirecek farklı bir şeyler olması hoşuma gider ama bu da çok sıra dışı oldu. Gidip adamın yakasına yapışmayı düşündüm hemen. Niye sinirlendim ki bir an. Benim yerime mi geçti, benim hayatımı mı çaldı sanki. Yalnız olsaydı da karşısına çıksaydım ne olurdu acaba ne tepki verirdi, ben ne tepki verirdim. Belki şimdi bir yerlerde oturmuş bir şeyler içiyorduk, birbirimize hayatlarımızı anlatıyorduk. Beraber geçmişi araştırmaya karar verirdik kesin, ikiz miyiz değil miyiz diye. Kadınla çocuk niye engelledi karşısına çıkmamı? Çekindim herhalde bir an. Karşılaşmanın büyüsünü mü bozarlardı ki? İster istemez olaya dahil olup, olayın acayipliğini mi arttırırlardı? Çocuk da çok şekerdi değil mi? Maşallah bu durumda benim yeğenim oluyor o da. Kadına pek dikkat etmedim güzel miydi acaba? İkiz kardeşimse bu adam benim gibi zevk sahibidir, elbet güzel bir eş bulmuştur. Her şey ilk düşündüğüm gibi olmalı, bir karşılaşma olacaksa bunda ikimiz de yalnız olmalıyız. Hatta bundan önce bizimkilere bunu anlatmalıyım benden gizledikleri bir şey varsa öğrenmeliyim. Peki ikizimse adı niye benimkiyle aynı, böyle de tesadüf olur mu, alacakaranlık kuşağına mı giriyorum nedir.”
Bu düşüncelerle saatlerce dolaştı, gün ağarırken üzerini değişip işe gitmek için eve geldi. Anahtarını kapının kilidine soktu ama kilidi çeviremedi. Evinin kapısını açamıyordu. Kapıcıdan yardım istemek için gidip kapısını çaldı. Uykusundan yeni uyanan kapıcı kanlı çapaklı gözlerle açtı kapıyı. Bir süre boş gözlerle gelene baktı.
- Ooo hoş geldin abi. Hayırdır dört yıldan sonra sabah sabah.
- Dört yıl mı?
- Sen buradan taşınalı dört yıl olmadı mı?
- Oldu mu o kadar? (nasıl yani ne diyor bu herif)
- Böyle eşofmanlarla sabah sporuna mı çıktın da eski apartmanına uğrayasın geldi.
- Hep gelesim vardı da ancak vakit buldum. (Şimdi buna nasıl derim kapıyı açamıyorum diye.)
- Komşulara mı bakacaktın yoksa senin daireye giren yeni kiracılara mı?
- (Ne yeni kiracısı ya evim de kim oturuyor benim?) Evet şey, şu yeni kiracılar elektriği suyu üzerine aldı mı diye soracaktım, hani borç falan takmasınlar sonra.
- (Sabahın köründe bunu mu sormaya gelmiş bu. Anormalin tekiydi zaten iyice manyaklaşmış demek ki) Aldılar abi merak etme sen.
- İyi, ben gideyim o zaman, seni de uyandırdım kusura bakma.
- Estağfurullah abi güle güle.

Koşa koşa apartmandan çıktı, kafası zonkluyordu. “Nedir bu dün akşamdan beri biri benimle dalga mı geçiyor? Ne dört yıl önce taşınması yedi yıldır burada oturuyorum ben. Evime eşyalarıma ne oldu, taşındıysam nereye taşındım? Hep onun yüzünden o televizyondaki benim aynım olan adam yüzünden. Nereden baktım gördüm ben onu, kendime zor tahammül ediyorum bir de her şeyi karıştıran o çıktı ortaya.” Arabasının anahtarını cebinde aradı bulamadı, abrayı park ettiği tarafa baktı orada değildi. “Hay Allah evden sonra araba da kayboldu gerilim filmine döndü hayatım. Derhal şu akşamki eve gidip bu işi çözmem lazım.” Bir taksi bulup yolu tarif etti. Ne konuşması gerektiğini bir türlü toparlayamıyordu, kendini sakinleştirmeye çalışıyor yapamıyordu. İçinden “hayatım elimden gidiyor” diye tekrarlıyordu. Taksiden indiğinde akşam takip ettiği arabanın site otoparkından çıkıyor olduğunu gördü. İçinde o vardı televizyondaki adam, kendisi öbür kendisi yani. Takip etmeyi düşündü, taksi çoktan gitmişti. “Kıl payı kaçırdım kendime benzeyen adamı, akşama kadar burada mı bekleyeceğim şimdi?” “Kendime benzeyen adam diyorum ama ona ne diyeceğime hala karar veremedim, yalnız ikizim olmadığını anladım, bu adam benim yerime geçmiş, ben olmuş, ben olmuşsa bana ne olmuş, öbür ben olmuş o zaman, öbür ben ne demek ya? Kaç yıllık hayatım nasıl birden kaybolur.” Çok geçmeden bu sefer oto parktan kendi arabasının çıktığını gördü. Kendine benzeyen adamın yanında gördüğü kadın kullanıyordu arabayı, arka koltukta da küçük kız vardı. “Vay be kendime yeni araba almışım eskisini hanıma vermişim demek. Ben bunu değil tam tersini yapacak adamım nasıl böyle odun olmuşum acaba? Başka hangi huylarım değişmiştir ki iyice pislik bir adam olmamış olsam bari. Olmuşsam da ne yapabilirim, ne diyorum ben ya ben o değilim ki. Ama onun bir hayatı var benimkisiyse ellerimin arasından kayıp gidiyor ya da gitti bile. Hayatın dışında kalmak bu kadar kolay mıymış?”
Tekrar bir taksi tutup şehir merkezine gitti, giyecek bir şeyler alıp eşofmanlardan kurtuldu. Sabahki şoktan sonra az çok ne ile karşılaşacağını tahmin etse de iş yerine gitmeye karar verdi. Bazı soruların cevaplarını orada bulabilirdi. İş yerine geldiğinde sürekli selamlaştığı güvenlik görevlisinin tanımaz sorgulayıcı bakışlarıyla karşılandı, her sabah girdiği kapının üzerinde artık ismi yazmıyordu. Oda arkadaşı onu gördüğüne şaşırdı o ise onun şaşırmasına hiç şaşırmadı. Artık kesin olarak emin olabilirdi, yaşadığı hayat ortada yoktu.
- Vay şöhretli kardeşim hangi rüzgar attı böyle sabah sabah.
- Bu taraflara yolum düşmüştü buraya da bir uğrayayım dedim. Ufak bir işim var. Ne şöhreti hem?
- Akşam yarışmadaydın ya ünlü oldun oğlum artık.
- Hımm sen de mi izliyorsun o yarışmayı? (başıma ne geldiyse ondan geldi)
- İzliyorum tabi. Hayırsız adam, sen nerelerdesin kaç zamandır, iş değiştirdikten sonra arada bir uğruyordun dışarıda da görüşüyorduk, evlendin iyice yüzüne hasret kaldık. Ufaklık nasıl büyümüştür baya.
- Büyüdü ya ellerinden öper.
- Getir bir gün sevelim şu prensesi.
- Siz buyurun gelin canım ne zaman isterseniz. (Beni o sanıyor ben onun beni sandığı kişiyi oynuyorum kim ki o ben değilim ki)
- Şu yeni yapılan lüks sitelerden birine çıkmıştınız değil mi? Burada çalışırken sefil bir hayatın vardı. İş değiştirdin bak ne güzel oldu. İş değişikliği sayesinde evlendin çocuğun oldu hayatın kurtuldu oğlum hayatın. O karanlık dairede geberip gidecektin.
- (Ne kurtulması be hayatım kaydı benim, o karanlık daireye bile giremiyorum.) Ya öyle oldu değil mi? Ne şanslı adammışım heheh.
- Ufak bir iş dedin, nedir ki buraya kadar geldiğine göre ufak değildir o.
- Burada çalıştığım süreyle ilgili bir belge almam lazım da.
- Ne, yine bir iş değişikliği mi var? Eee olur tabi Allah yürü ya kulum dedi bir sefer.
- (Ne yürümesi ya Allah yok ol ya kulum demiş olabilir ancak). Yok öyle bir şey, arşivde benim belgeler kaybolmuş da oraya lazım.
- Tabi, tabi ben de yedim. Gözümüz yok oğlum bir şey varsa söyle.
- Valla yok ya olsa söylemem mi? (Ben neyin derdindeyim adam ne diyor, o da haklı nereden bilebilir ki böyle garip bir şey olduğunu.)
- İyi hadi öyle olsun, benim de sekreterlikte işim var beraber çıkalım.

Sekreterlikten aldığı belgede beş sene önce o iş yerinden ayrıldığı yazıyordu. O tarihi hemen hatırladı. Çok iyi şartlarda bir iş teklifi almış, uzun süre düşünmüş ama kabul etmemişti. Oysa bu belgeye göre kabul etmiş görünüyordu. Evlilik, taşınma, çocuk hepsi bundan sonra olmuştu demek ki. Arkadaşları teklifi kabul etmediği için uzun süre dalga geçmişlerdi kendisiyle. “Hayatı ıskalıyorsun oğlum çürüyüp gideceksin buralarda” diyorlardı. Gerçekten hayatı ıskalamış mıydı, ölmeden çürümüş, sıradan, sakin, monoton hayatı elinden mi alınmıştı? “Yaşamımı geri almak için bir şeyler yapmalıyım ama ne yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim bile yok.”
Taksilerle dolaşmakla olmayacaktı bu iş bir araba kiraladı. Beş sene önce kendisine iş teklifi gelen firmaya gitti. Şu yeni araba firmanın bahçesinde duruyordu, anlaşılan burada çalışmaya devam ediyordu. İçeri girip görevlilere kendisiyle görüşmek istediğini söylese çok garip karşılanacağından emindi. Hiç bozuntuya vermeden girse de işleri daha beter karıştırabilirdi. Kapının önünden telefon açmayı düşündü, öbür kendisini dışarıya çağırıp konuşabilirdi. Telefon konuşması sonunda sekreterinden öbür kendisinin toplantıda olduğunu uzun saatler çıkamayacağını öğrendi. “Ne şans ya bu adamla yüz yüze konuşamayacak mıyım ben.” Orada beklemeyi anlamsız buldu, anne babasının evine gitmeye karar verdi. Anne babası şehir merkezinin dışında bahçe içinde tam bir emekli evinde oturuyorlardı. Arabayı sokağın karşısına park edip eve bakmaya başladı, annesi balkonda çamaşır asıyor babası da bahçede bir şeyler yapıyordu. Dikkatli bakınca küçük kızı da gördü, babası torunuyla oynuyordu. “Hanım çocuğu bizimkilere bırakıyor demek ki diye düşündü.” “Kadını da çocuğu da hemen benimsedim valla, güzel bir şey olmalı, nasıl tanıştık nasıl evlendik acaba? Yok, soruları yanlış soruyorum, nasıl tanıştılar, nasıl evlendiler acaba? Ben böyle bir şeyi beceremezdim, öbür ben becermiş. Aferin lan helal olsun.” Eve girmeye cesaret edemdi. Durumu bozuntuya vermese yani öbür kendisini oynasa bunun bir anlamı olmayacaktı. Durumu olduğu gibi anlatsa ihtiyarların kafasını karıştıracak, gerçeğe olan inançlarını sarsacaktı. Böyle bir şey yapmaya hakkı olmadığını düşündü. “ Kendi hayatım elimden alındığına göre benim diğer hayata bir şekilde dahil olmam lazım. Ne desem ki ona öbür benin yaşadığı alternatif hayat işte. Bir hayatta iki tane ben olmaz, dahil olabilmem için öbür benin ortadan kalkması lazım. Onu öldürüp bir yere gömüp yerine geçebilirim, peki ben birini, ne birisi canım kendimi nasıl öldürürüm. Hem arada beş yıllık bir boşluk var, bu adamın hayatı şu an benim, olmayan hayatımdan çok farklı. Ben ne o kadına kocalık yapabilirim, ne de bu çocuğa babalık yapabilirim, iş yerinde çıkacak sorunlar da cabası. Sonra biz aynı kişiyiz ya onu öldürdüğüm de ben de ölürsem, o zaman her şey berbat olur. Bu çok saçma gibi geliyor ama olmayabilir de, şimdiye kadar yaşananlar bir saçmalık değilse bu da değildir. Bunu bir denemeliyim, bir fiziksel temas kurmalıyım onunla. Mesela bir şekilde acı çektirmeliyim, ben de aynı acıyı çekiyorsam onu ortadan kaldırıp yerine geçme imkanım olmaz. O zaman bu alternatif hayata da dahil olamam.
Tekrar öbür kendisinin çalıştığı iş yerine giderek onun işten çıkmasını bekledi. Dün gece yaptığı gibi yine peşine takıldı. Arabayla arkadan çarpmayı düşündü, tehlikeli olabileceği için vazgeçti. Öbür kendisi doğrudan eve gitmeyip bir alışveriş merkezine girdi. Peşinden gitmedi, aklına bir fikir gelmişti. Arabayı cadde üstüne kolay çıkabileceği bir yere park edip, oto parka doğru yürüdü. Öbür kendisinin yeni arabasının arka lastiklerinden birini indirdi. Onun bunu görmemesi imkansızdı. Sonra yakındaki arabaların arasında eğilerek onun gelmesini bekledi. Elinde poşetlerle geldiğini görünce inik lastiği fark etmesi için dua ediyordu. Öbür kendisi lastiğe bakmak için eğildiğinde koşup kıçına bir tekme patlattı ve arabaya doğru kaçtı. Hemen arabayı çalıştırıp oradan uzaklaştı. Heyecanı biraz geçince kıçının acıdığını fark etti. “Aynı acıyı ben de hissediyorum, amma da sert vurmuşum ha. Şimdi ne düşünüyordur acaba, delinin biri kıçıma tekme patlattı kaçtı ne manyaklar var bu dünyada diyordur. İyi ki bu denemeyi yapmışım ya bir tenhada öldürmeye kalksaydım ne olurdu? Gelmiş geçmiş en enteresan polisiye olay olurdu.”
“İşte böyle bir kapı açıldı ve ben kendi kıçıma kendim tekmeyi vurarak o kapıdan dışarı, zamanın dışına çıktım. Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem derdim bazen, gerçekten ne anlama geldiğini bilmeden. Sevdiğim bir şiirin güzel bir dizesiydi bu. Şimdi bunu anlayabiliyorum, kimsecikler duymadan alıp başımı gidebilirim. Kimse artık beni arayıp sormaz, insanlar için yokum artık. Ben veya değil yerime bakan birisi var. Benim hayatımı çaldı diyemeyeceğim, çünkü yaşadığı benim hayatım değil. Ben açılan bir kapıdan çıktım, bildiğim hayatımın dışında kaldım. Bildiğim hayatın peşine düşmektense yeni bir bildiğim hayat yaratabilirim. Gönül rahatlığı ile alıp başımı buralardan gidebilirim."

11 Haziran 2009 Perşembe

BİR HAYAT KADININI BEKLEMEK

Yüksek apartmanların gölgesine arabayı park ettim içinde oturuyorum. Dikiz aynasından bir sokağın başı görünüyor, oraya bakıyorum. Oradan biri gelecek, bir hayat kadını ve ben onu bekliyorum. Sokağa girmedim, başında da durmuyorum, gölgede durmak akıllıca, bekleyeceğim süre uzayabilir, bütün kadınlar gibi hayat kadınları da insanı bekletirler. Karşıda bir dört yol ağzı, sağda solda apartmanların altında dükkanlar var. İnsanlar dolaşıyor, biraz aheste çokça miskin. Hava bunaltıcı arabanın camını açıyorum, bir sigara yakıyorum, biraz heyecan yanında da yerinden pek ayrılmayan acelecilik var, yine de rahat hissediyorum kendimi. Sokağa bakmaktan sıkıldıkça gelip geçen arabalara, insanlara bakıyorum, bazıları da bana bakıyor. Yol ortasında arabada oturan birisi hakkında insanlar ne düşünürler? Tabi ki birisini beklediğini düşünürler. Ben de birini bekliyorum, bir hayat kadınını. Babamı, dedemi, bir arkadaşımı, baldızımı da bekliyor olabilirdim değil mi? Onlara ne canım kimi bekliyorsam bekliyorum. Oh ne güzel kimi beklediğimi bilmiyorlar beni de tanımıyorlar. Tanısalar bilirler miydi acaba kimi beklediğimi? Şimdi bir tanıdık, bir arkadaş geçse kaş göz yapsa “ne iş, ne arıyorsun buralarda” dese. Görmezden de gelemem sap gibi arabada oturuyorum. Camı kapayıp dil çıkarmak isterdim ama normal şartlar altında kem küm edip savmaya çalışırım. Beni tanıyan pek çok kişi hayat kadınlarıyla işim olduğunu düşünmez, arada oluyor böyle. Ben kabullendim, onlarda kabullensin biraz pisliğim işte. Gözlerine güzel görünmek için kendimi aşağılıyor olabilirim, ruhumda pislikler olduğunu her zaman söylerim ama olup olmadığından emin değilim. Pek çok kişiye göre bir hayat kadınını beklemek bir erkeğin yaptığı sıradan normal işlerden biri de olabilir. Bu arada baldızımı bekleyemem çünkü evli değilim, müstakbel baldızım da yok, bal da yemediğim için baldan tatlı ne var onu da bilmiyorum. Evli olsaydım yine de bir hayat kadınını bekler miydim acaba? Eskiden olsaydı buna “yok artık daha neler” cevabını verirdim. Şimdi sadece “bilmiyorum” diyebilirim, evlilik nasıl bir şeydir onu da bilmiyorum ancak çok matah bir şey olduğunu sanmıyorum. Uzun süreler pek çok zırvalık düşünmeme rağmen bunun üzerinde çok düşünmedim. Evlenenlerin tebrik edilmesi garip gelirdi bana önceleri, “ne yani bunlar şimdi ne becerdi, ne başardı ki tebrik ediliyorlar” diye düşünürdüm. Sonradan bu zor kararı verip uygulayan insanların elbette tebrik edilmesi gerektiğini anlayabildim. Ne çok garip basit, yüzeysel düşüncelerim varmış ve hala da var, bunların hepsinden kurtulana kadar ömrüm de tükenecek sanırım.
Dikiz aynasından sokağın başına bakarken dalıp gidiyorum, bir hayat kadınını beklediğim için, hayat kadınları ile münasebetleri olan tarihi karakterler oluyorum. Aklıma ilk gelen de Tarkan oluyor. Kurtla beraber yorgun argın bir hana geliyorum, kendime pişmiş, kurda çiğ et ısmarlıyorum. İhtiyar hancının genç güzel ve yosma karısı servis yapıyor, yatacağım zamanda uyumak üzereyken odama geliyor, tabi ki hayır demiyorum, kurdu bahçeye salıp, kadını içeri alıyorum. Vandallılar gelmeden korsanlar zamanında tropik bir limanda meyhaneleri dolaşan bir gemici oluyorum. Kafamda bandana, üzerimde göğsü açık her tarafı şarap lekesi olan bir gömlek var, fitil gibi sarhoşum. Gemiye dönerken bir esmer güzelini kavrıyorum belinden, leş halime rağmen gelmem demiyor, güverteye çıkarken, miçolardan birine bağırıyorum “kıçtan rom ver” diye. Esmeralda’yı baş altına atmadan bir atın üstünde buluyorum kendimi. Eyer kılıfında Winchester tüfeğim, belimde iki altı patlar terkide para dolu çantalar var. Çölün ortasındaki küçük kasabanın barına hışımla giriyorum, şerifle göz göze geliyoruz bir an. Merdivenleri çıkıp bir odaya dalıyorum, karpuz kollu elbise giymiş, yüzü bol pudralı bir kadına sarılıyorum “posta trenini soydum bebeğim, seni kurtaracağım buradan, uzaklara, çok uzaklara gideceğiz” diyorum. Şerifin adamları barı sararken, ceketimi çıkartıp kartal kanat omuzlarıma alıyorum. Şimdi Eski İstanbul’da bir külhanbeyiyim. Belimde kırmızı bir Trablus kuşağı sarılı, saldırmam koltuk altımda, başımda fes, ayağımda yumurta topuk pabuçlar, bıyıklarım arabalı vapurun yandan görünüşü gibi. Uzaktan kırıta kırıta giden bir çarşaflıyı izliyorum. Orhan Veli’nin dediği gibi, “çarşaflı ama hafifmeşrep”. Cumbalı köhne bir eve giriyor, sokağı kolaçan edip, açık bıraktığı kapıdan dalıyorum içeri.



Arka arkaya dört film izledim, yok dört filmde arka arkaya oynadım hala gelmedi bu kadın, basıp gitsem mi acaba? Gelse ne olacak sanki, ikimiz samimiyetsizlikler yumağı olacağız. Hoş, samimiyetlikler yumağından da bir hayır görmedik ya. Bir ihtiyaç mıdır, can sıkıntısını mı geçirir, morali mi yükseltir yoksa daha çok bozar mı bilmiyorum. Ben hayat kadınlarıyla beraber olmayı sevmiyorum. Ağzım çok laf yapmaz, birkaç kısa genel soru, kulağa belki hoş gelen, söylerken kendimle dalga geçtiğim çokça da kendimden tiksindiğim bazı beğeni sözleri. Geldiğini mi hayal ediyorum, gördüğümü mü anlatıyorum bilmiyorum. Sıcak dokunuşlar, ürperten okşayışlar. Sezaryen izini görüyorum, çocuğunu soruyorum, “memlekette” diyor, “dört yaşında diyor” çıkartıp resmini gösteriyor, o çocuğa sarılıp ağlamak istiyorum. Ağlaya ağlaya küçülsem çocuk olsam. Annem bana simit alırken simitçiye oyuncak tabancamla ateş etmek, pazardaki köylü kadınları oyuncak yılanımla korkutmak istiyorum. Büyüyemeden ihtiyardım, ruhum hilkat garibesine döndü. İnsanların kurdukları düzenlere alışamadım. Problemler karışıkmış, dört işlemle çözemedim. Eksileri toplamakla hiçbir şeyin artmadığını anlayamadım. Çok sıkıldım çöplükler üzerinde martılar gibi uçmalıyım, onlar gibi bağırmalıyım. Belki böyle geçer sıkıntım.
Arabanın radyosunu açmak geliyor aklıma, istasyonları geziyorum. Türk Sanat Müziği çalan bir istasyonda duruyorum. “Bir kızıl goncaya benzer dudağın” çalıyor, muhayyer kürdi. Bayılıyorum bu makama, bu makamdaki şarkılara. Arabanın camını kapatıp eşlik ediyorum soliste. Kadın geldiğinde beni genç görünüşlü bir dede sanmasın diye değiştiriyorum istasyonu, hoptrik zıptirik şeyler çalan birin de duruyorum. Sokaktan genç çok güzel bir kız geçiyor. Bahar gelmiştir yaz gelmiştir, sevdiğiniz kadın etek bluz, açık ayakkabı giymiştir, işte öyle bir his doluyor içime. Yaptıklarımla düşündüklerim ne kadar çelişkili, her şey herkes gitsin çevremden, her şey herkes gitsin beynimden, bir dağ başında olayım. Güneş yakmasın, hava üşütmesin, rüzgarlar yalasın yüzümü, uğuldasın kulaklarımda, yağmurlar yağsın üstüme, süzülsün saçlarımdan, parmaklarımdan. Her şey gitsin derken bu sinir bozucu şiirsellikte gitsin. Peki ben ne yapmalıyım? Şöyle başlamalıyım; bir hayat kadınını da hayattaki diğer kadınları da beklemeyi bırakmalıyım.

2 Haziran 2009 Salı

RESİMLİ UÇURTMA

Paraşüt kursu öğrencilerini taşıyan çift pervaneli eski uçak şafak vakti gürültüyle havalanmış, ağır ağır yükseliyordu. Gökyüzünü renkten renge boyayan güneş tatlı sıcak bir ilk yaz sabahını getiriyordu. Pek çoğu ilk defa paraşütle atlayacak öğrenciler karanlıkta uyanmışlar, titreyerek hazırlanmışlar şimdi de uğuldayan, sarsılan uçakta atlama zamanın gelmesini korkuyla, heyecanla bekliyorlar, zorlukla duydukları kurs öğretmenlerinin son talimatlarını ve hatırlatmalarını dinliyorlardı. Pek çoğu liseli olan öğrenci grubunun içerisinde belki de en heyecanlısı, grubun en yaşlısı olan liseyi seneler önce bitirmiş bir delikanlıydı. Herkes hocayı dinlemeye çalışırken o kirli küçük camlardan dışarı bakıyormuş gibi yapıp çoğunlukla hocanın yanındaki kıza bakıyordu. Bugün onlarla beraber atlayacak olan bu kız yeni öğrencilerin eğitimlerinde gönüllü olarak görev alan uçuş okulunun tecrübeli öğrencilerinden biriydi. Teorik eğitimlerde hocalara yardım etmiş, öğrencilerinin teçhizatlarıyla ilgilenmiş, onlara bir çok faydalı tavsiyelerde bulunmuştu. Bu cin gibi bakışlı neşeli kız ilk andan delikanlının dikkatini çekmiş, onunla zaman zaman birkaç kelime de olsa konuşma fırsatı bulmuştu. Kurs başladığında grubun en yaşlısı olduğunu öğrenince dalga geçilme korkusuyla çekingenlik hisseden delikanlı, kısa sürede bu histen kurtulmuş herkesin abisi olmuştu. Herkesin ablası olan kızdan da iyiden iyiye hoşlanıyordu.
Uçak atlama bölgesinde uygun yüksekliğe geldiğinde kapıyı açtılar, ayakta kapı önünde sıralanan öğrenciler birer birer atlamaya başladılar. Baş dönmesinin, yürek çarpmasının, ölüm, yükseklik, düşme korkusunun insan zihninde karmakarışık hale geldiği bir andı bu. Sırası gelen her öğrenci kapının kenarlarına tutunmaya çalışırken kendini boşlukta buluyordu. Müthiş bir hızla düşüş, yukarıda küçülen uçak, etrafa düşen başkaları, olduğu yerde durmayan ufuk çizgisi, sağır edici rüzgar uğultusu ve nereye gidiyorsun diyen koca bir dev elin omuzlardan insanı yakalaması gibi paraşütün açılması. Yavaşlamanın ve tepede paraşüt kubbesinin tam açıldığını görmenin huzuru ile ellerin yedek paraşütün ipinden çekilmesi ve korkunun keyfe dönüşmesi. Bu keyfe kendini fazla kaptıran delikanlı herkesten uzaklaştığını geç fark etti. Kuvvetlice bir rüzgar onu savuruyordu, öğrendiği paraşüt yönlendirme tekniklerini birbirine karıştırarak uygulamaya çalışıyordu, yuvarlak acemi paraşütlerini yönlendirme imkanları oldukça kısıtlıydı. Düşünce yapılacak hareketleri hatırlamaya çalışırken paldır küldür kendini yerde buldu. Profesyonel paraşütle atlayan kız uzaklaşan acemiyi fark etmiş ona doğru yönlenmişti, yakın bir yere ustaca iniş yaptı. Kızın yakına indiğini ve kendine doğru geldiğini gören delikanlı dolandığı paraşütten kurtulmaya çalışarak ayağa kalktı, olması gerekenden uzağa bir de çuval gibi düşmüştü, işi pişkinliğe vurmak lazımdı.

- Eşekten düşen karpuz gibi görünüyorum değil mi?
- Yok, öyle demeyelim de asker valizi gibi düştüğün bir gerçek.
- Oldukça uzaklaştım, sanırım sen de merak edip buraya indin sanırım.
- Hoca atlamadan önce rüzgar çıktığını, dikkatli olmanızı söylemişti.
- Öyle mi, ben duymamışım. Manzaraya da fazla dalınca böyle oldu.
- Dinlemediğini fark etmiştim zaten.
- Çok belli oluyordu demek, konsantrasyon eksikliği diyelim.
- Muhakkak muhakkak. (Şapşal)
- Diğer öğrencilerle ilgilenmen gerekirken buraya inmen büyük incelik, özür dilerim ve teşekkür ederim.
- Rica ederim, uzaklaşan birinin yanına inmek normal bir durum, hadi paraşütleri toplayalım, gidelim.

Sabahın erken saatlerinde uçsuz bucaksız yemyeşil düzlükte toplanma alanına doğru yürümeye başladılar. Uzunca bir yolları vardı, kaçamak bakışlarla birbirlerini süzerlerken kız sessizliği bozmaya karar verdi.

- İlk atlayışını yaptın nasıldı neler hissettin?
- Çok güzeldi, korkunun zevke dönüştüğü böyle bir an daha önce yaşamamıştım.
- Bunu denemek için geç kaldığını düşünüyor musun?
- Bilemiyorum, benim hiç niyetim yoktu sakin hayatımın içinde asla yapamayacağım korkunç bir şey olarak düşünüyordum. Arkadaşların ısrarları ile katıldım kursa.
- Görünüşün gibi hayatın da sakin demek. Önceden havacılıkla hiç ilgilenmemiş miydin?
- İlgilenmiştim tabi, çok uçurtma uçurmuştum bir zamanlar, bir de uçak resimleri biriktirmiştim hehehe.
- Uçurmuşluğum yoktur ama ben de uçurtmaları çok severim, hala uçuruyor musun?
- Çok oldu bir uçurtma yapıp kırlara çıkmayalı, en son diğer çocukların yaşlarındayken uçuruyordum.
- O kadar da çok olmamış, unutmamışsındır yapıp uçurmayı.
- Sen uzun zamandır bu işin içinde olmalısın. Nasıl başladın?
- Çocukluktan beri bir merakım vardı. Ben de ilk önce paraşütle başladım, planörle devam ettim şimdi de çift kanalılarla uçuş öğreniyorum. Gökyüzü gerçek bir kaçış yeri, rahatlatıcı, huzur verici.
- Çift kanatlılar mı? Şu hangarlarda gördüklerimiz hani, müthiş bir şey olmalı.
- Evet öyle, nostaljik ve efsanevi.
- Bunların belgeselleriyle büyüdüm ben, Red Baron, Albatroslar, Spatlar. Çocukluğumun kahramanları, gökyüzü şövalyeleri.
- Bu kadar seviyorsan sen de denemelisin. Bizim uçaklar da eski ama bu söylediklerin kadar değil.
- Bilmem ki, bir uçağı kullanabilir miyim?
- Bunun cevabını kursuna başlarsan öğrenebilirsin.
- Bana yardımcı olursan hemen başlarım.
- Sakin hayata evlada diyorsun yani. Elbette yardımcı olurum, ben yakında tek uçuşlara başlayacağım, beraber uçarız bildiğim her şeyi öğretirim sana. Dönünce işlemleri başlatalım, ilk kursa kaydını yaptıralım.
- Harikasın, bir başlarsan bir daha bırakmazsın demişlerdi doğruymuş.

Hoşlandığı kızdan beklemediği kadar yakın bir ilgi gören delikanlının ayakları yerden kesilmişti. Bu kız uçma mikrobunu damarına enjekte eden bir hemşire gibiydi. Sevinçten uçarken kafa karışıklığı onu yere indirdi. Kafa karışıklıkları ve kararsızlıklar sevmediği ama alıştığı durumlardı, “bunlar yüzünden, hep bunlar yüzünden hayata karşı sağlam bir duruşum olmadı” diyordu. Olmayacak zamanlarda beliren umutsuzluklar içini kemiriyordu. Geçmiş ne getirdi ki gelecek ne getirecek. Hayatı, zamanı çoğunlukla içimde yaşadım, bitiremediğim meselelerle uzadı bu zaman içimde, bedenim dış zamanda genç dururken ruhum ihtiyarladı. Zaman su gibi akıp geçerler derler, gerçekten de öyle akıp geçiyor, tortular bırakarak. Moloz ve balçık kaplı su kanalı gibi bir zihnim var. Aşk nerede peki bu kanalda? Akan suyun savurduğu hurda bir arabadır aşk, gıcır gıcırken elim bir kaza sonucu hurdaya çıktı, suya karıştı bir kenara saplanıp kaldı. Şimdi ise mahallenin yaramaz çocukları her gün bir parçasını söküyor, camlarını kırıyor. Bazen o arabayı sürdüğüm günleri hatırlarım, engel olamadığım elim kazayı düşünürüm, ben böyleyim işte, başlamak isterim başlayamam, başlarım yürütemem. Tortuları temizlemek isterim yapamam, yine de geride bırakabilirim belki bunları, suların yerin altından sakin aktığı yemyeşil çayırlara çıkabilirim, biri elimden tutup götürürse. Ben yalnız yapamam bunu, biri elimden tutmalı bu kız beni götürebilir, götürmeli, kararsızlık gereksiz ne olursa olsun beni götürmeli.
Kız, delikanlının hareketlerinden kendisinden hoşlandığını anlamayacak kadar saf değildi. Onun da bu sakin olgun görünüşlü çocuğa kanı kaynamıştı. Uçmanın verdiği haz yere inince devam etmiyordu. Sıkıntılarından uzaklaşmak için uçmaya başlamıştı, uçarken hepsini unutuyordu, ancak yerdeyken uçmayı düşünmek bile onları unutturmuyordu. Zor zamanlar geçirmişti, geçirmeye devam ediyordu, dikkatli bakıldığında neşesinin altındaki hüznü görmemeye imkan yoktu. Hayal kırıklıkları, kalp kırıklıkları, sevilen, sevilmeyen, seven, sevmeyen insanlarla sonu gelmez çatışmalar tartışmalar, değişen düzenler yormuştu, yıpratmıştı onu. İdare etmekle, kaçıp gitmek arasında kalıyor kaçıp da nereye gitmek konusunda buhrana giriyordu. Uçmak geçici de olsa bir kaçış yoluydu. Geceleri sürekli gördüğü bir rüya vardı; kendisi küçük bir melekti, kaçmak istediği sorunları dev kayalar halinde dağlardan yuvarlanıyor etrafını sarıyordu, uçmak istiyor aralarından çıkamıyordu, büzülüp kıvrılıp kalıyordu ortalarında. Soluk soluğa uyanıyor, yüzünü yastığa gömüp ağlıyordu. Keşke biri gelse beni o kayaların arasından çıkarsa, bu çocuk yapabilir, elimden tutarsa kayaların arasından maviliklere uçabiliriz beraber.
Delikanlı kursa başladığında kız da solo uçuşlarına başlamıştı. Buldukları her fırsatta birbirlerini görüyorlardı. Kimi zaman kız sınıfın kapısında çocuğun dersinin bitmesini, beklerken kimi zaman da çocuk pist başında kızın uçuştan dönmesini bekliyordu. Keyifleri yerinde, moralleri yüksekti, her ikisinin de gözleri bir başka parlıyordu artık. İç sıkıntıları geride kalmış onların yerini birbirlerine ve gökyüzüne olan aşkları almıştı. Bir uçuşunda kız, hangardan çift kişilik uçağı aldı ve yasak olmasına rağmen sevgilisini de uçağa bindirdi, bu beraber ilk uçuşlarıydı, coşkuyla havalanıp ufukta kayboldular. Yükseldiler, alçaldılar dağlar tepeler, vadiler göller gördüler, rüzgarın uğuldamasını kendi şarkıları olarak seçtiler. Gök yüzü ne güzeldi, yer yüzü ne güzeldi, doğa ne güzeldi, hepsinden güzeli de aşklarıydı. Tek şikayetleri olsa olsa bu çift kanatlı eski uçakta yan yana değil arka arkaya oturulmasıydı. Bir koruluğun yanında düzlük bir alan gördüklerinde bir yasağı daha ihlal etmeye karar verdiler ve bu düzlüğe indiler. Uçaktan inip ele ele koşarak koruluğa daldılar, ağaçlar arasında koşturup çocuklar gibi atlayıp zıplarken yorulup bir ağacın dibine sarılarak çöktüler. Konuşmadan dakikalarca göz göze kaldılar, çok güzel ve özel sözlerle bozulabilecek bir sessizlikti bu, delikanlı bu sözleri bulduğunu düşünüyordu.
- Sen uçan en güzel şeysin biliyor musun?
- Kuşlardan da mı güzelim?
- Kuşlardan da güzelsin.
- Kelebeklerden de mi güzelim?
- En güzelinden bile daha güzelsin.
- Peki ya uçurtmalardan?
- En güzeli üzerinde resmin olandır.
- Ne tatlı şeyler söylüyorsun, bunlara aynı güzellikte bir karşılık bulamıyorum, sen de geleceğin en yakışıklı pilotsun öyleyse.
- Burası çok hoş bir yermiş, biraz uzak ama yarın buraya tekrar gelelim mi?
- Uçakla geliriz yine olmaz mı?
- Daha uzun süre kalmak için uçaksız gelelim.
- Evet uçakla çok kalamayız, geç kaldık değil mi? Dönsek iyi olacak.

Ertesi gün pırıl pırıl bir güneş altında kır çiçekleri toplayarak geldiler koruluğa. Bir ağaca sırtlarını verip oturdular, “sen biraz burada bekle “deyip delikanlı ağaçların arasında kayboldu, kocaman bir uçurtmayı sallayarak geldi kızın yanına. Nerdeyse iki metre boyundaki uçurtmanın kuyruğu rengarenk kağıtlardan, gövdesi de beyaz tuval bezinden yapılmıştı, üzerinde kızın yağlı boya portresi vardı. Hayatındaki en hoş sürprizi yaşayan kızın gözleri büyümüş, ağzı açık kalmıştı.
- Bu, bu ne güzel bir şey böyle nerden çıktı birden.
- Dün gece yaptım, sabah da erkenden getirip burada sakladım.
- Resmi de mi sen yaptın?
- Evet, bendeki fotoğrafına daha çok da karşımda duran hayaline baka baka yaptım.
- Nasıl bir delisin sen, hep kocaman kocaman gülümsetiyorsun beni. Uçurtma yaptığını söylemiştin de ressam olduğundan haberim yoktu.
- Ne ressamlığı canım, yağlı boya resmim biraz iyidir o kadar. Yıllardır ne resim yapmıştım ne uçurtma. Bir daha da yapmam herhalde diyordum.
- Bir daha yapmayız dediğimiz neleri yapmadık ki. Eee ne duruyoruz hadi uçuralım şunu göründüğü kadar iyi uçacak mı bakalım.

Resimli uçurtmayı topladıkları çiçeklerle süslediler. Şanslarına tatlı bir esinti başlamıştı ki, uçurtma dalgalana dalgalana, yükseldi yükseldi. Gözden görünmez hale geldiğinde ipini çoktan bırakmışlar, dudak dudağa çimlere uzanmışlardı.












14 Mayıs 2009 Perşembe

ANKARA BİR KABUS MUYDU?

Kapı çaldığında saat gece yarısına yaklaşıyordu ve yatmak üzereydim. Evdekiler yatmıştı, “bu saatte kim ne istiyor “ diyerek kapıyı açtım. Gösterdiği kimlikle kendini tanıtan genç sivil polis beni aradığını söyledi.
- Aradığınız kişi benim hayırdır memur bey?
- Askeri mahkemeden ifadenize başvurulmak üzere size on tane tebligat çıkartılmış ama hiç biri için gitmemişsiniz.
- On tane mi? Askerden geldikten sonra iki kez tebligat geldi, ikisi için de gidip ifade verdim. Daha sonra tebligat falan gelmedi.
- Size de mi? Allah Allah. Gelmiş olmalıydı.
- Gelmiş olsa niye gitmeyeyim. Size de mi derken?
- Neyse orasını bilemeyeceğim artık.
- Ben yarın gider Selimiye’deki askeri mahkemeye sorarım, daha önce oraya gitmiştim.
- Yarın olmaz, benimle gelmeniz gerekiyor.
- Nasıl yani, emniyette sabahlatıp siz mi götüreceksiniz?
- Hayır sizi davaların görüldüğü yere yani Ankara’ya götürme emri aldık.
- Yok artık, olur mu öyle şey canım.
- Biz de ilk defa karşılaşıyoruz, on tebligata da itibar etmiyorlarsa buraya getirilsinler dediler herhalde.
- Hay Allah, nasıl bir iştir bu.
- Ankara’ya yalnız gitmiyorsunuz, buraya gelmeden önce arkadaşınızı da aldık, o da kendisine hiç tebligat gelmediğini söyledi.
- Bakın ona da gelmediğine göre bu işte bir yanlışlık var. Hem Ankara’ya götürülmek ne demek oluyor, nerede yaşıyoruz Allah aşkına.
- Beyefendi, lütfen üzerinizi değişin de çıkalım, sabaha sizi Kara Kuvvetleri Askeri Mahkemesine yetiştirmemiz gerekiyor.
- Lanet olsun ya, şu askeriye düşmedi gitti yakamızdan, tamam şimdi geliyorum.

Evdekileri uyandırıp, durumu aceleyle anlattım, üzerimi değiştirdim ve memur beyle beraber çıktık. Araçta şoför mahallinde bir başka sivil polisle arkada çavuş oturuyordu, memur bey öne, ben çavuşun yanına oturdum.
- Ooo Çavuş, arayı baya açmıştık, nasılsında nasılsın?
- Eyiyim de eyiyim. Ben seni arayıp haber verecektim, arkadaşlar sağ olsunlar arattırmadılar.
- Nasıl olur bu iş ben anlamadım? Senin bir fikrin var mı?
- Yok valla, ben de anlamadım ama beresi şirinlerinkine benzeyen ibneden şüpheleniyorum.
- Hee olabiler valla. Bölükçü denen şerefsizin başının altından çıkmıştır bu iş kesin.
- Gittiğimiz de anlarız sebebini artık. Vay be Ankara’ya hayatta gitmem diye yemin etmiştim şansa bak. Çavuş, Etnografya Müzesi bizi çağırdı herhalde, oraya gidememiştik bir türlü.
- Pardon lafınızı kesiyorum, siz askerde ne yapıyordunuz ki hakkınızda bu kadar çok tanıklık tebligatı çıkartılmış.
- Kısaca şöyle özetleyeyim memur bey, biz nizamiye çavuşlarıydık ve zaman zaman askerlerin üzerinde sakıncalı şeyler yakalıyorduk.
- Ne gibi?
- Çoğunlukla cep telefonu gibi.
- Eee?
- E si tutanakla bunlar alınıyordu ve bazı askerlere bu nedenle dava açılmıştı. Bizde bu davalarda tanık olarak dinleniyorduk. Tebligatların arkası kesilince yeni davalar açılmadı herhalde biz de yırttık artık diye sevinmiştik. Erken sevinmişiz.
- Neyse hayırlısıyla sizi götürelim de orda düzelir her şey.
- Umarız. Memur bey, biz çavuşla sürekli konuşuruz sizin için bir sakıncası olur mu? Kafanızı şişirmeyelim.
- Yok yok olmaz biz de uyumamış oluruz bu sayede he he.

İçimizde bulunduğumuz durumla ilgili olarak daha fazla konuşmak istemediğimizden konuyu her zaman olduğu gibi otomobillerden açtık. Motor, şanzıman, triger, valf, buji, silindir, çap, strok, tork, üst kapak, blok, beygir, benzin, dizel, oktan, setan diyor bir mevzudan diğerine geçerken aynı anda kafa sallayıp “en iyisi Japonlar”, “Japonların üstüne yok” cümlelerini milyonuncu kez tekrarlıyoruz. Bu otomobil muhabbeti hiç bitmez, günlerce haftalarca konuşabiliriz. Arada başka konulara geçsek de bunu farkında olmadan yaparız ve dönüp dolaşıp otomobillere geri döneriz. İşte bu şekilde farkında olmadan geçtiğimiz bir konu havacılık oldu. Çok zor olmamıştır muhtemelen, otomobillerden uçaklara bir şekilde geçilebilir. Yine başlıyoruz, Boeing, Airbus, kuyruk, kanat, jet, pervane, turboprob, arada bir helikopterlere de değiniyoruz. Gördüklerimize, duyduklarımıza, bilgi ve yorumlarımızı ekliyoruz, anlamadıklarımızı anlamaya, birbirimize açıklamaya çalışıyoruz. Rolantide bir beyin fırtınası durumunun sürekli mevcut olduğunu söylemeye gerek yok. Zaman zaman fırtınanın hızını arttırıyoruz tabi ki. Nasıl olduysa konu Osmanlı Tarihine geliyor, İttihat ve Terakki’den o zamanki İstanbul’dan konuşuyoruz. Konu buraya nasıl geldi tam hatırlamıyorum, II.Dünya Savaşı uçaklarıyla ilgili konuşurken oradan I. Dünya Savaşı uçaklarına geçtik sanırım. Buraya kadar gelince de Osmanlıya geçmek zor olmamıştır. Arabayı kullanan ve önde oturan polis hiç konuşmadan bizi dinliyorlardı. Bir tanesi sıkılmış olacak ki konuşmaya başladı.
- Pardon bir şey sormak istiyorum.
- Buyurun memur mey.
- Çok merak ettim de. Siz otomobil tamircisi misiniz, pilot musunuz, yoksa tarih öğretmeni misiniz?
- Hiç birisi değiliz.
- O zaman siz entelsiniz.
- Hahahhahahaha
- Elbette, bizi apar topar almasaydınız çavuş ipek fularını ben de tel çerçeveli yuvarlak gözlüğümü unutmayacaktık. Hahaha.

Sabaha karşı Ankara’ya varıyoruz, Bizi Kara Kuvvetlerine teslim etmeden önce polisleri bir kahvaltı için ikna ediyoruz. Orada ne kadar kalacağımız belli değil, askerde de çok aç kaldığımızı hesaba katarsak, aç gitmek hiç akıl karı değil. Mesainin başlamasına iki saat kala nizamiye nöbetçi amirine teslim ediliyoruz ve bir köşede beklemeye başlıyoruz. Nöbetçi amir bizimle konuşmuyor, uzaktan pis pis bakıyor. Neyse ki tankçı değil, hemen hakkında kötü düşünmeye gerek yok. Gececi çavuşu yanına çağırdı, bizi göz önünden ayırmamasını söylüyor olmalı. Gececi çavuş yanımıza geliyor, tıfıl bir kısa dönem. Durumu anlatıyoruz vah vah çekiyor. Biz de onun için vah vahlanıyoruz, daha tezkereye iki buçuk ay varmış, bir de izin kullanmış şapşal. Halinden hep şikayet ediyor, askerliğe sövüp sayıyor. Nöbet tutuyor musun diye soruyoruz. Çavuşlar burada nöbet tutmuyorlarmış. Nöbet defterimi getirseydim de ağlasaydı. Biz dört yüz saatten fazla nöbet tuttuk diyoruz, saygı nöbetlerinin sözünü bile etmiyoruz gözleri büyüyor, beterin beteri varmış halime bin şükür öyleyse diyor. Beterin beteri vardır, Etimesgut’un muhafızının beteri yoktur.
Mesainin başlamasına yakın bir askerle bizi mahkeme binasına gönderiyorlar. Girişteki görevli asker daha uyanamamış bize garip garip bakıyor.
- Tertip sana iki eski poşet getirdim, al bunlar da evrakları.
- (Eski poşet ha!) Bizi getirdiğin için sağ olasın büyük boy çöp torbası kardeşim. Dur bir şafak alayım. Şllaakk. Maşallah sende de baya büyük kulak varmış, şafağın bitmez senin.
- Tövbe, tövbe delimidir nedir?
- Ne oldu zoruna mı gitti hahaha.

Bekleyişimiz bir süre de mahkeme binasında devam ediyor, askerdeyken birkaç sefer geldiğimiz bu binayı hiç sevmiyoruz. Basık dar koridorları, küçük odalarıyla lanet bir yer. Buradan çıkacağımız zaman da meçhul olduğundan iyice ruhumuz daralıyor. Memurlar işe başladığında şu bizim tebligatların da sırrı çözülüyor. Meğerse hiç birisi postaya verilmemiş, neden postaya verilmediğini kimse bilmiyor. Ankara’ya getirilmemize sebep olan hakim yüzbaşı da özür diliyor, ifadelerimizi verip, tutanaklardaki imzaların bize ait olduğunu onaylıyoruz. Öğlene doğru bütün işimiz bitiyor artık serbestiz. Gececi çavuşa selam bırakıp
nizamiyeden çıkıyoruz.
- Ne yapalım çavuş? Akrabaları arayacak mısın?
- Yok, gerek de yok zaman da. Hemen dönsek mi?
- Bugün öldü zaten, yapamadığımız birkaç işi yapalım, hem bir zamanlar çıktığımız çarşıları yad etmiş oluruz.
- Olar, hadi gidelim.

Bir taksiye atlayıp doğru Kızılay’a gidiyoruz, Güven Parktaki tablacıdan Djarum alıyoruz. Düveroğlu’nun şahane iskenderini mideye indirirken, başımıza gelen bu talihsiz olayın siniri de dağılıyor. Hele Kocatepe Kahveevi’nde orta şekerli koyu Türk kahvesi içerken birer de Djarum yakıyoruz ki, karanfil kokusu keyfimizi iyice gıcırlaştırıyor.
- Buradan nereye gidelim çavuş?
- Şu Etnografya Müzesini gezmeden dönersek sanırım buraya yine getirileceğiz.
- Gidip orayı da listeye ekleyelim o zaman.
- Akşam üstü Sakarya Caddesi’ne dönelim mi?
- Dönelim anasını satayım, onu da çıkaralım aradan.

Müzeyi sindire sindire, yavaş yavaş geziyoruz. İlk meclisi gezdiğimiz zamanki gibi kimse “biraz acele edin, temizlik yapacağız” demediği için kafamıza göre dolaşıyoruz.
- Bu gezdiğimiz kaçıncı müze oldu çavuş?
- Bilmem, saymadım, saymayalım böyle şeyleri saymak akıl hastalığı belirtisiymiş.
- Hadi ya, desene ben yılları, ayları günleri saya saya kafayı sıyırdım.

Müzeden çıktığımızda son bir görev bizi bekliyor; Sakarya Caddesi’nde bir yerde iki duble rakı içmek. Gözümüze kestirdiğimiz hoş bir yerde bu görevi de ifa ediyoruz.
- Çavuş, çiftlik kaldı gitmediğimiz ama oraya da bugün gidemezdik.
- Bizim yolumuz yine düşer buraya nasıl olsa, bir daha ki sefere gideriz.
- Askerde bir damla içmemiştik buraya geldiğimiz iyi oldu.
- Bir daha yolumuz düşerse burada daha uzun oturur, sofranın hakkını veririz.
- Evet vakit daraldı yavaştan gidelim, yolumuz uzun.
……………………………………..
- Şu an Ankara’da olunabilecek en güzel yerdeyiz değil mi çavuş ?
- Evet, AŞTİ’de İstanbul’a kalkmak üzere olan bir otobüsteyiz.
- Ne mutlu bize, öyleyse özgürlük marşımızı söyleyelim.

Bir eski resim duvarda
Belki Beti belki Pola
Markiz'de oturmuş sakin
Seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla
Günlerden güz mevsim sepya
Bir tüy kalemle çizilmiş bekler
Bir hayat daha olmalı der gibi
Kahverengi tonlarda uykularda
Ah bu ne sevgi bu ne ıstırap
Bu şarkıyla gönlüm ne harap
Al al olmuş gül yanaklarınız
Bu mahçup nazlı bu eda bu hal
Bir mısra gibi ağzınız
Dillenmemiş dinlenmemiş bakire aşklarda
İstanbul hatırası,
Bir yerinde altın yaldızlı tarih ve yazı

- Ankara bir kabus muydu çavuş?
- Ankara bir kabustu ama biz o kabusu birbirimiz için bir rüyaya dönüştürdük.

Otobüs yola çıkınca uyku da iyice bastırıyor, gözlerim kapanıyor. Çavuş da camdan karanlık yola daldı gitti, eminim şu an içinden şiirler okuyordur kendine. Geriniyorum, insan otobüste ayaklarını bu kadar uzatabilir mi derken yorganım düşüyor. Saatin alarmı çalmaya başlıyor. Kan ter içinde kalmışım ama terim soğumuş. Ankara bir kabus muydu? Artık bu sorunun cevabını biliyorum.