14 Mayıs 2009 Perşembe

ANKARA BİR KABUS MUYDU?

Kapı çaldığında saat gece yarısına yaklaşıyordu ve yatmak üzereydim. Evdekiler yatmıştı, “bu saatte kim ne istiyor “ diyerek kapıyı açtım. Gösterdiği kimlikle kendini tanıtan genç sivil polis beni aradığını söyledi.
- Aradığınız kişi benim hayırdır memur bey?
- Askeri mahkemeden ifadenize başvurulmak üzere size on tane tebligat çıkartılmış ama hiç biri için gitmemişsiniz.
- On tane mi? Askerden geldikten sonra iki kez tebligat geldi, ikisi için de gidip ifade verdim. Daha sonra tebligat falan gelmedi.
- Size de mi? Allah Allah. Gelmiş olmalıydı.
- Gelmiş olsa niye gitmeyeyim. Size de mi derken?
- Neyse orasını bilemeyeceğim artık.
- Ben yarın gider Selimiye’deki askeri mahkemeye sorarım, daha önce oraya gitmiştim.
- Yarın olmaz, benimle gelmeniz gerekiyor.
- Nasıl yani, emniyette sabahlatıp siz mi götüreceksiniz?
- Hayır sizi davaların görüldüğü yere yani Ankara’ya götürme emri aldık.
- Yok artık, olur mu öyle şey canım.
- Biz de ilk defa karşılaşıyoruz, on tebligata da itibar etmiyorlarsa buraya getirilsinler dediler herhalde.
- Hay Allah, nasıl bir iştir bu.
- Ankara’ya yalnız gitmiyorsunuz, buraya gelmeden önce arkadaşınızı da aldık, o da kendisine hiç tebligat gelmediğini söyledi.
- Bakın ona da gelmediğine göre bu işte bir yanlışlık var. Hem Ankara’ya götürülmek ne demek oluyor, nerede yaşıyoruz Allah aşkına.
- Beyefendi, lütfen üzerinizi değişin de çıkalım, sabaha sizi Kara Kuvvetleri Askeri Mahkemesine yetiştirmemiz gerekiyor.
- Lanet olsun ya, şu askeriye düşmedi gitti yakamızdan, tamam şimdi geliyorum.

Evdekileri uyandırıp, durumu aceleyle anlattım, üzerimi değiştirdim ve memur beyle beraber çıktık. Araçta şoför mahallinde bir başka sivil polisle arkada çavuş oturuyordu, memur bey öne, ben çavuşun yanına oturdum.
- Ooo Çavuş, arayı baya açmıştık, nasılsında nasılsın?
- Eyiyim de eyiyim. Ben seni arayıp haber verecektim, arkadaşlar sağ olsunlar arattırmadılar.
- Nasıl olur bu iş ben anlamadım? Senin bir fikrin var mı?
- Yok valla, ben de anlamadım ama beresi şirinlerinkine benzeyen ibneden şüpheleniyorum.
- Hee olabiler valla. Bölükçü denen şerefsizin başının altından çıkmıştır bu iş kesin.
- Gittiğimiz de anlarız sebebini artık. Vay be Ankara’ya hayatta gitmem diye yemin etmiştim şansa bak. Çavuş, Etnografya Müzesi bizi çağırdı herhalde, oraya gidememiştik bir türlü.
- Pardon lafınızı kesiyorum, siz askerde ne yapıyordunuz ki hakkınızda bu kadar çok tanıklık tebligatı çıkartılmış.
- Kısaca şöyle özetleyeyim memur bey, biz nizamiye çavuşlarıydık ve zaman zaman askerlerin üzerinde sakıncalı şeyler yakalıyorduk.
- Ne gibi?
- Çoğunlukla cep telefonu gibi.
- Eee?
- E si tutanakla bunlar alınıyordu ve bazı askerlere bu nedenle dava açılmıştı. Bizde bu davalarda tanık olarak dinleniyorduk. Tebligatların arkası kesilince yeni davalar açılmadı herhalde biz de yırttık artık diye sevinmiştik. Erken sevinmişiz.
- Neyse hayırlısıyla sizi götürelim de orda düzelir her şey.
- Umarız. Memur bey, biz çavuşla sürekli konuşuruz sizin için bir sakıncası olur mu? Kafanızı şişirmeyelim.
- Yok yok olmaz biz de uyumamış oluruz bu sayede he he.

İçimizde bulunduğumuz durumla ilgili olarak daha fazla konuşmak istemediğimizden konuyu her zaman olduğu gibi otomobillerden açtık. Motor, şanzıman, triger, valf, buji, silindir, çap, strok, tork, üst kapak, blok, beygir, benzin, dizel, oktan, setan diyor bir mevzudan diğerine geçerken aynı anda kafa sallayıp “en iyisi Japonlar”, “Japonların üstüne yok” cümlelerini milyonuncu kez tekrarlıyoruz. Bu otomobil muhabbeti hiç bitmez, günlerce haftalarca konuşabiliriz. Arada başka konulara geçsek de bunu farkında olmadan yaparız ve dönüp dolaşıp otomobillere geri döneriz. İşte bu şekilde farkında olmadan geçtiğimiz bir konu havacılık oldu. Çok zor olmamıştır muhtemelen, otomobillerden uçaklara bir şekilde geçilebilir. Yine başlıyoruz, Boeing, Airbus, kuyruk, kanat, jet, pervane, turboprob, arada bir helikopterlere de değiniyoruz. Gördüklerimize, duyduklarımıza, bilgi ve yorumlarımızı ekliyoruz, anlamadıklarımızı anlamaya, birbirimize açıklamaya çalışıyoruz. Rolantide bir beyin fırtınası durumunun sürekli mevcut olduğunu söylemeye gerek yok. Zaman zaman fırtınanın hızını arttırıyoruz tabi ki. Nasıl olduysa konu Osmanlı Tarihine geliyor, İttihat ve Terakki’den o zamanki İstanbul’dan konuşuyoruz. Konu buraya nasıl geldi tam hatırlamıyorum, II.Dünya Savaşı uçaklarıyla ilgili konuşurken oradan I. Dünya Savaşı uçaklarına geçtik sanırım. Buraya kadar gelince de Osmanlıya geçmek zor olmamıştır. Arabayı kullanan ve önde oturan polis hiç konuşmadan bizi dinliyorlardı. Bir tanesi sıkılmış olacak ki konuşmaya başladı.
- Pardon bir şey sormak istiyorum.
- Buyurun memur mey.
- Çok merak ettim de. Siz otomobil tamircisi misiniz, pilot musunuz, yoksa tarih öğretmeni misiniz?
- Hiç birisi değiliz.
- O zaman siz entelsiniz.
- Hahahhahahaha
- Elbette, bizi apar topar almasaydınız çavuş ipek fularını ben de tel çerçeveli yuvarlak gözlüğümü unutmayacaktık. Hahaha.

Sabaha karşı Ankara’ya varıyoruz, Bizi Kara Kuvvetlerine teslim etmeden önce polisleri bir kahvaltı için ikna ediyoruz. Orada ne kadar kalacağımız belli değil, askerde de çok aç kaldığımızı hesaba katarsak, aç gitmek hiç akıl karı değil. Mesainin başlamasına iki saat kala nizamiye nöbetçi amirine teslim ediliyoruz ve bir köşede beklemeye başlıyoruz. Nöbetçi amir bizimle konuşmuyor, uzaktan pis pis bakıyor. Neyse ki tankçı değil, hemen hakkında kötü düşünmeye gerek yok. Gececi çavuşu yanına çağırdı, bizi göz önünden ayırmamasını söylüyor olmalı. Gececi çavuş yanımıza geliyor, tıfıl bir kısa dönem. Durumu anlatıyoruz vah vah çekiyor. Biz de onun için vah vahlanıyoruz, daha tezkereye iki buçuk ay varmış, bir de izin kullanmış şapşal. Halinden hep şikayet ediyor, askerliğe sövüp sayıyor. Nöbet tutuyor musun diye soruyoruz. Çavuşlar burada nöbet tutmuyorlarmış. Nöbet defterimi getirseydim de ağlasaydı. Biz dört yüz saatten fazla nöbet tuttuk diyoruz, saygı nöbetlerinin sözünü bile etmiyoruz gözleri büyüyor, beterin beteri varmış halime bin şükür öyleyse diyor. Beterin beteri vardır, Etimesgut’un muhafızının beteri yoktur.
Mesainin başlamasına yakın bir askerle bizi mahkeme binasına gönderiyorlar. Girişteki görevli asker daha uyanamamış bize garip garip bakıyor.
- Tertip sana iki eski poşet getirdim, al bunlar da evrakları.
- (Eski poşet ha!) Bizi getirdiğin için sağ olasın büyük boy çöp torbası kardeşim. Dur bir şafak alayım. Şllaakk. Maşallah sende de baya büyük kulak varmış, şafağın bitmez senin.
- Tövbe, tövbe delimidir nedir?
- Ne oldu zoruna mı gitti hahaha.

Bekleyişimiz bir süre de mahkeme binasında devam ediyor, askerdeyken birkaç sefer geldiğimiz bu binayı hiç sevmiyoruz. Basık dar koridorları, küçük odalarıyla lanet bir yer. Buradan çıkacağımız zaman da meçhul olduğundan iyice ruhumuz daralıyor. Memurlar işe başladığında şu bizim tebligatların da sırrı çözülüyor. Meğerse hiç birisi postaya verilmemiş, neden postaya verilmediğini kimse bilmiyor. Ankara’ya getirilmemize sebep olan hakim yüzbaşı da özür diliyor, ifadelerimizi verip, tutanaklardaki imzaların bize ait olduğunu onaylıyoruz. Öğlene doğru bütün işimiz bitiyor artık serbestiz. Gececi çavuşa selam bırakıp
nizamiyeden çıkıyoruz.
- Ne yapalım çavuş? Akrabaları arayacak mısın?
- Yok, gerek de yok zaman da. Hemen dönsek mi?
- Bugün öldü zaten, yapamadığımız birkaç işi yapalım, hem bir zamanlar çıktığımız çarşıları yad etmiş oluruz.
- Olar, hadi gidelim.

Bir taksiye atlayıp doğru Kızılay’a gidiyoruz, Güven Parktaki tablacıdan Djarum alıyoruz. Düveroğlu’nun şahane iskenderini mideye indirirken, başımıza gelen bu talihsiz olayın siniri de dağılıyor. Hele Kocatepe Kahveevi’nde orta şekerli koyu Türk kahvesi içerken birer de Djarum yakıyoruz ki, karanfil kokusu keyfimizi iyice gıcırlaştırıyor.
- Buradan nereye gidelim çavuş?
- Şu Etnografya Müzesini gezmeden dönersek sanırım buraya yine getirileceğiz.
- Gidip orayı da listeye ekleyelim o zaman.
- Akşam üstü Sakarya Caddesi’ne dönelim mi?
- Dönelim anasını satayım, onu da çıkaralım aradan.

Müzeyi sindire sindire, yavaş yavaş geziyoruz. İlk meclisi gezdiğimiz zamanki gibi kimse “biraz acele edin, temizlik yapacağız” demediği için kafamıza göre dolaşıyoruz.
- Bu gezdiğimiz kaçıncı müze oldu çavuş?
- Bilmem, saymadım, saymayalım böyle şeyleri saymak akıl hastalığı belirtisiymiş.
- Hadi ya, desene ben yılları, ayları günleri saya saya kafayı sıyırdım.

Müzeden çıktığımızda son bir görev bizi bekliyor; Sakarya Caddesi’nde bir yerde iki duble rakı içmek. Gözümüze kestirdiğimiz hoş bir yerde bu görevi de ifa ediyoruz.
- Çavuş, çiftlik kaldı gitmediğimiz ama oraya da bugün gidemezdik.
- Bizim yolumuz yine düşer buraya nasıl olsa, bir daha ki sefere gideriz.
- Askerde bir damla içmemiştik buraya geldiğimiz iyi oldu.
- Bir daha yolumuz düşerse burada daha uzun oturur, sofranın hakkını veririz.
- Evet vakit daraldı yavaştan gidelim, yolumuz uzun.
……………………………………..
- Şu an Ankara’da olunabilecek en güzel yerdeyiz değil mi çavuş ?
- Evet, AŞTİ’de İstanbul’a kalkmak üzere olan bir otobüsteyiz.
- Ne mutlu bize, öyleyse özgürlük marşımızı söyleyelim.

Bir eski resim duvarda
Belki Beti belki Pola
Markiz'de oturmuş sakin
Seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla
Günlerden güz mevsim sepya
Bir tüy kalemle çizilmiş bekler
Bir hayat daha olmalı der gibi
Kahverengi tonlarda uykularda
Ah bu ne sevgi bu ne ıstırap
Bu şarkıyla gönlüm ne harap
Al al olmuş gül yanaklarınız
Bu mahçup nazlı bu eda bu hal
Bir mısra gibi ağzınız
Dillenmemiş dinlenmemiş bakire aşklarda
İstanbul hatırası,
Bir yerinde altın yaldızlı tarih ve yazı

- Ankara bir kabus muydu çavuş?
- Ankara bir kabustu ama biz o kabusu birbirimiz için bir rüyaya dönüştürdük.

Otobüs yola çıkınca uyku da iyice bastırıyor, gözlerim kapanıyor. Çavuş da camdan karanlık yola daldı gitti, eminim şu an içinden şiirler okuyordur kendine. Geriniyorum, insan otobüste ayaklarını bu kadar uzatabilir mi derken yorganım düşüyor. Saatin alarmı çalmaya başlıyor. Kan ter içinde kalmışım ama terim soğumuş. Ankara bir kabus muydu? Artık bu sorunun cevabını biliyorum.

8 Mayıs 2009 Cuma

SAKARLIK

Okuldan eve dönüyordum, otobüsten indiğimde hava kararmıştı. Üst geçitten yolun karşısına geçerken birkaç adım önümde yürüyen bir adam dikkatimi çekti. Sağ elinde bir demet çiçek taşıyordu, bunca insan arasından dikkatimi çekmesinin sebebi bu olmalıydı. Beyaz saçlarına ve yürüyüşüne bakılacak olursa orta yaşın üstündeydi. Üzerinde eski bir pardösü, ellerinde çiçek demetinden başka ağır poşetler vardı. Şimdi bu adamı izlerken, görünüşünden ve taşıdıklarından yola çıkarak bazı tahminler yapabilirim ya da onun hakkında bir şeyler uydurabilirim. Aslında onu izlerken yapmıyorum bunu, onu izledim, yanından geçtim gittim, bu eski bir hadise. Bazı tahminleri onu izlerken yapmış olsam da şimdi bu hadiseyi hatırlarken bunları genişletebilirim. Hatıraları revize ediyor insan kimi zaman, çarpıtıyor, değiştiriyor veya çok sonraları ancak anlayabiliyor. Ben bu adamı izlerken birileri de beni arkadan, sağdan, soldan bir yerden izlemiş midir? Bu adamı izlerken olması şart değil, herhangi bir zamanda herhangi bir yerde benim de hakkımda tahminler yürütüp, ne yapıp ne ettiğimi düşünenler olmuş mudur? Giyinişimi ve tipim çok dikkat çekici değildir, arkadan bakanlar öne eğilmiş bir boyun ile hafif kambur duran bir sırt, karşıdan bakanlar da yaşını göstermeyen çocuksu bir yüz görüyorlardır. Kendi kendime gülümsediğimi ve konuştuğumu görenler olduysa ki kesin birileri görmüştür, onlar bazı varsayımlarda bulunmuş olabilirler. Anlık düşünce kırıntıları şeklinde gelip geçmiştir insanların zihninden, sonradan hatırlayıp daha fazla düşünen birileri olduğunu pek sanmıyorum. Varsa da sonradan düşünürken fikirlerini değiştirmesinler, ilki doğruydu çünkü. Adamı anlatırken, kendimden bahsetmeye başladım, ben bu kadar meraklı değildim eskiden kendime ne oldu acaba? Neyse şimdi bunların sırası değil, şu çiçekli amcaya geri döneyim.
Dikkatimi çeken ilk şey çiçekler olduğuna göre buradan başlasam iyi olacak. Genç bir adamın çiçek taşıması çok dikkat çekmez, anneler günü, öğretmenler günü gibi bir tarihte değilseniz, eğer mezarlığı da gitmiyorsa bu genç adam sevgilisiyle buluşmaya gidiyordur heyecanlı heyecanlı. İhtiyar bir adam ise akşam saatinde elinde çiçekle gitse gitse evine gidiyordur. Bu yaşta zamparalığa çiçekle gidilmeyeceğini bilecek kadar görmüş geçirmiş olmalıdır. Ben bu adamın eve gittiğini varsayıyorum, çiçek ve romantizmi burada birbirinden ayırma gereği duymuyorum ve adamın romantik olduğunu kabul ediyorum. Görmüş geçirmiş dediğime bakmayın, romantik adamın zamparalıkla işi olmaz, uzaktan görmüş ve asla da geçirmemiştir.
Özel bir gün, büyük ihtimalle evlilik yıldönümü o değilse eşinin doğum günü nedeniyle almıştır çiçekleri. Poşetlere bakılacak olursa baş başa bir kutlama yapılacak. Evde eşinden başka bekleyen biri yoktur muhtemelen, çocuklar evlenip gitmiş, kendi evlerini kurmuşlardır. Oğlan başka bir şehirdedir, iki sene önce dünya tatlısı bir torunları dünyaya gelmiştir, haftada birkaç kez telefonla görüşüp sesini duyuyorlardır, bayramda seyranda da yüzlerini görüyorlardır. Kız geçen sene evlendi, yakında bir sitede oturuyor ve hamile, yakında bir torunları daha olacak. Kız tekrar çalışmaya başladığında ufaklığa onlar bakacak, seneler sonra evde yine bebek sesleri yankılanacak. İhtiyarlıkta çocuk bakmak ikinci şark hizmeti gibi bir şey olmalı. Çok keyifli tarafları olacağını da inkar etmiyorum tabi ki. Ne de olsa torun sahibi olmak geleneksel büyük saadetlerden biridir.
Bu arada adamın ne işle meşgul olduğu kısmını atladım. Sahi ne işle meşguldür acaba? Bu saatte eve döndüğüne göre bir yerde çalışıyor gibi görünüyor ama bana kalırsa emekli, Evde boş duramayan tiplerdense bir yerde çalışmaya devam ediyordur. Emekli bir öğretmen olabilir, eski tüfek solculardan emekli bir tarih öğretmenidir belki. Eğer böyleyse eşi de kesin emekli öğretmendir, öğrenciliklerinde ya da ilk görev yerlerinde tanışmışlardır. Memlekette oradan oraya gezerken kitaplar biriktirmişlerdir. Marangoza özel yaptırılan, bir duvarı boydan boya kaplayan kitaplık olmalı evde. Hangi kitaplar vardır; klasiklerin bir çoğu, bazı şiir kitapları, mesela Cahit Külebi’nin, Ahmed Arif’ın, sayfa kenarları yeşil savaş romanları serisinden de bazı kitaplar vardır, “savaş romanları serisi” kapak köşelerinde asker miğferi şeklinde yazar, bunlardan “Bir Askerin Anıları”, “4000 Metreden Hücum”, Hitlerin Acık Deniz Filosu”, “Pasifik Savaşı”, yıllar önce okunmuş, orta rafların bir kenarında duruyordur. Üst raflardan birinde Brittanica veya Laurousse ansiklopedilerinden birinin tüm ciltleri numara sırasıyla dizilmiştir. En alt raf dergilere ayrılmıştır, uzun yıllar takip edilen “Bütün Dünya” dergisinin pek çok sayısı bu raftadır. Adamın tarih öğretmeni olduğunu düşündüğüme göre tarih kitaplarını unutmamalıyım. Cemal Kutay’ın “Örtülü Tarihimiz”, “Bilinmeyen Tarihimiz” serileri olabilir, yok yanılıyorum, Cemal Kutay’ı sevmiyordur bu adam yoktur o seriler. Çeşit çeşit farklı tarih kitapları vardır. Yine dergiler rafında “Tarihi Osmanlı Mecmuasının” bazı sayıları birkaç boy tarih atlasıyla beraber duruyordur. Başka, başka ne olabilir? Üç Kemallerin romanlarından illa ki birkaç tane vardır, bir çok Aziz Nesin kitabı olduğundan da hiç şüphem yok.
Evde bekleyen hanımı tahmin ettiğim gibi yalnızdır, yemeklerin altını yeni söndürmüştür. Sofrayı bu akşam mutfak masasına değil, salondaki yemek masasına kurmuştur. Bayramlarda ve misafir geldiğinde çıkardığı, çeyizinden kalma porselen yemek takımını çıkarmıştır. Bol marullu ve havuçlu yeşil salata vardır masanın ortasında, yanında birkaç zeytinyağlı, ocağın üzerinde ezogelin çorba, tavuklu mantarlı sote ve pirinç pilavı. Kocasını beklerken izlediği belgeseldeki manzaralara dalıp gitmiştir. Klasik olan ama düşündükçe ve konuştukça çok sevdikleri bir emeklilik hayalleri vardır; küçük bir sahil kasabasında bahçeli bir ev alıp yerleşmek. Şimdilik yapamadıkları, ama hiç unutmadıkları bir hayaldir bu. Gerek iş gerek çocuklar nedeniyle on yıl önce geldikleri büyük şehirden ayrılamamışlardır. Peki öncesi nasıldı? Öncesi muammaydı, büyük küçük pek çok yer gezmişlerdi, birçoğu sürgündü tabi. Ahşap evlerde, kerpiç evlerde oturmuşlardı, tavan arasından farelerin, bodrumundan kurbağaların çıktığı evler görmüşlerdi. Belki diyordur belki üç beş sene sonra gider yerleşiriz küçük şirin bir su kenarı kasabasına.
Eş zamanlı olarak, önümde yürüyen adamından aklından aynı hayal geçmektedir. Üç beş sene sonra bu çiçekleri evlerinin bahçesinden toplayıp sofraya getireceğini, hanımının da salatayı bahçenin yeşilliklerinden yapacağını düşünmektedir. Yaşımız iyice ilerledi, büyük şehirde yaşamak gençlerin harcı, hele şu kız hayırlısıyla doğursun da, ufaklık biraz büyüyüp anaokuluna başlayınca biz de buralardan çeker gideriz diyordur.
Üst geçidin merdivenlerinden inerken kafasındakilerin ağırlığı üzerine çökmüş gibiydi, sol elindeki ağır poşeti birden yere düşürdü, bir şişe kırılması sesi duyuldu. Durmuş poşete bakıyordu, yanından geçerken keskin anason kokusu geldi burnuma, yüzüne bakamadım karanlıktı, içim cız ederken başımı önüme eğip yoluma devam ettim. Ah be amca ne yaptın, böyle de sakarlık olmaz ki.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

TAŞINAN ÇOCUK

Dört katlı, her katında bir daire olan apartmanın en üst katındaki evlerinden taşınıyorlardı. Babasının tayini nedeniyle uzakta olmayan çok daha büyük bir kasabaya gidiyorlardı. Eşyalar kamyona yüklenirken oturdukları apartmanın karşısındaki okulunun bahçesinde son bir kez dolaşmaya gitti. Kasabada bulundukları beş seneden uzun bir süredir bu bahçe onun neredeyse yegane oyun alanı olmuştu. Öğrenim hayatına da iki sene önce bahçesinde oyunlar oynadığı bu okulda başlamıştı. Kayıt olduğu günü çok iyi hatırlıyordu. Okulların açılmasına on beş yirmi gün kala annesiyle beraber müdürün odasına gitmişlerdi. Herhalde binaya da ilk defa bu nedenle girmişti. Kasabanın lisesinde öğretmen olan annesini müdür ve müdür yardımcısı tanıyorlardı. Kayıt işlemi sırasında müdür, onlarla aynı apartmanda oturan emekli albayın oğlu sandığı bir çocuğun yaramazlıklarından şikayet ediyordu. Topçu olduğu için kulakları ağır işiten emekli albay ve karısı yalnız yaşıyorlardı, sakin bir emeklilik geçirmek için bu küçük şirin kasabaya yerleşmişlerdi. Çocukları yoktu varsa bile evden ayrılacak kadar büyük olmalıydılar. Müdürün yaptığı hatayı müdür yardımcısı “Sözünü ettiğiniz çocuk hocanımın büyük oğludur” diyerek düzeltti. Gözleri büyüyen müdür “Umarım bu çocuk abisi kadar yaramaz değildir” dedi.
Birinci sınıfa öğlenci olarak kayıt edilmişti, ilk günü onu okula annesi ve abisi götürmüştü, kara önlüğünü giymiş, beyaz yakasını takmıştı. Ağlayan bir sürü çocuk ve onları teselli eden anneleri acayip ve biraz da korkutucu görünmüştü. Ağlamamak için kendisini tuttu, abisi okul numarasını öğrenmişti bir yerlerden, “Numaran 412 sakın unutma” dedi. Böyle daha çok numaralar alacaktı. Annesi ve abisi fazla oyalanmadan kendi okullarına gittiler, yalnız kaldığında da ağlamadı, bir sıraya oturdu ve günün bitmesini bekledi. Her gördüğünde heyecanlandığı güzel kız da bu okula başlamıştı ama sabahçı olarak. Bunu öğrendiğinde öğlenci olarak başladığına üzüldü. İlk günler evde sürekli sorduğu bir soru vardı: “Sence bugün okula gitsem mi?” Evdekilerin bu soruya pek kulak astıkları yoktu, “Biz gidiyoruz sen istersen otur” diyorlardı. Ders zili çalar çalmaz istemeyerek de olsa merdivenlerden koşarak iner okula girerdi. Bu isteksizlik zamanla geçti, okula alıştı, arkadaşlar edindi, özellikle bahar geldiğinde okula gitmekten nerdeyse keyif bile almaya başladı. Çok sevdiği sarışın mavi gözlü bir arkadaşı vardı, tenefüslerde kollarını birbirlerinin omzuna atarak bahçede dolaşıp konuşurlardı, okulu keyifli yapan şeylerden biri de bu tenefüs gezmeleriydi.
Bir sonbaharda geldikleri kasabadan yine ıslak bir sonbahar sabahı ayrılmak üzereydiler. Fazla vaktinin kalmadığının farkında olan çocuk bahçedeki eski okul binasına doğru yürüdü. Okulun büyükçe bahçesi, üç taraftan sokaklarla, bir taraftan da yüksek bir duvar ve arkasındaki evlerle çevrelenmişti. Eski ve yeni okul binaları birbirlerine dik, bahçe duvarlarına paralel olarak yerleşmişlerdi. Arka kaypa yakın kısımda ise küçük kantin ve kooperatif binası vardı. Bahçede çift kale maç yapmaya uygun bir çok yer vardı, kaleler de genellikle duvar önleri veya iki ağacın arası oluyordu. Eski binanın merdivenlerinin yanındaki boşlukta maç yaptıkları bir tatil günü sabahını hatırladı. Duvar önündeki kalede kaleciydi, maç yeni başlamıştı, ufak plastik kırmız bir topla oynuyorlardı. Baştan beri gözüne garip görünen topu kaleye atılan ilk şutta uzanıp çıkardı. Çıkarmıştı ama top gülle gibiydi, eli de duvara yapışmıştı, o zaman bunun inmiş bir plastik top değil de bir basketbol topunun şamreli olduğunu anlamıştı, ayağıyla vururken de bileği çıkacaktı nerdeyse. Binanın sarı boyalı penceresiz yan duvarına bakınca yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Bir yaz, abisi kardeş şehirlerarası bir tur organizasyonuyla Berlin’e gitmişti. Dönüşte getirdikleri arasında bir de bumerang vardı. Bir insan yurt dışından neden bumerang getirir, muhtemelen satın alınmış bir şey değildi birisi tarafından verilmiş olmalıydı. Bumerangı herkes gibi televizyondan yani filmlerden biliyordu çocuk ve filmlerde bir bumerang atıldığında döner dolanır atan kişiye geri dönerdi, bumerangın başka türlü hareket etmesi düşünülemezdi. Bunu hemen test etmeye karar veren çocuk mavi plastik bumerangı kapar kapmaz okulun bahçesine koşmuştu. Bahçenin ortasından eski binaya doğru fırlattığı bumerang hiç de filmlerdeki gibi gitmedi, duvara çarptı ve kırıldı. Sandığı gibi kendisine kimse kızmadı, bize yabancı olan bu objeyi kimsenin mal sayıp kıymet vermemesine sevinmişti.
Eski binanın yanından yeni binanın girişine doğru yürüdü, Atatürk büstünün önünde durdu. Yüksek mermer kaideli siyah büstün önünde hazır olda durduğu bir fotoğrafı vardı. Geçen sene Şubat tatilinde bir fotoğraf makinesi almak istemişti. Karne harçlıklarıyla kasabadaki birkaç fotoğrafçının birinden tek kullanımlık bir makine almışlardı abisiyle. Sonra kasabayı sokak sokak gezip beğendikleri arabaların yanında birbirlerinin fotoğraflarını çekmişlerdi. Kendi sokaklarında ve okul bahçesinde de birkaç fotoğraf çekip filmi bitirmişlerdi. Büstün önündeki fotoğrafta işte bu makineyle çekilmişti, bunu ve diğer bütün fotoğrafları itinayla albümüne yapıştırmıştı. Evdeki diğer albümlerden heveslenip bir albüm aldırmıştı kendisine. Bütün eşyalar gibi bu albüm de şimdi kolilerin birindeydi. Taşınma zamanı yaklaşınca çevre bakkallardan bir çok koli toplamıştı, ufak bir tanesine kendi eşyalarını yerleştirip bantlamıştı. Bu işi biraz erken yaptığı için koliye bir şeyler koymak veya içinden bir şeyler almak için pek çok kez bandı yırtıp tekrar yapıştırmıştı.
Büstün önünden arka kapıya yakın olan kantin binasına ilerledi, sonra dönüp yeni binaya, sınıfının pencerelerine baktı. İkinci sınıfta, okulun kapanmasına yakın bir günü anımsadı, sınıfta şiir okuyordu. Ders kitaplarında veya dergilerde olan bir şiir değildi bu. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Çoban Çeşmesi” şiiriydi. Evdeki, ciltlerini çok sevdiği “Türk Klasikleri” isimli kitapların 7. cildinden ezberlemişti bunu. “Han Duvarları” şiirinin içinde geçen dörtlükleri de ezberlemişti. Bu şiirleri okula gitmeden önce babası okuyordu ona, okuma yazma öğrenince kendi okumaya başlamıştı. Kafiyelerini çok seviyordu şiirlerin, şiirin bir ahenk işi olduğunu, bu ahengi yakalamak için kefiyenin şart olmadığını o zamanlar bilmiyordu. Ziya Gökalp’in “Alageyik” şiiri de sevdiği şiirlerdendi, “Çocuktum ufacıktım, top oynadım acıktım” dizesiyle başlayan bu şiir, sürekli top oynayan çocuğu etkilemişti. “Açtım bir elmas oda dev şahını uykuda buldum kestim başını” diye bir bölümü okurken, elmas odayı elma soda olarak okuyordu ve bunun gazoz gibi bir şey olduğunu düşünüyordu, meyveli sodalar çok sonraları çıkacaktı.
Sınıfta şiir okuduğu gün tesadüf eseri üst sınıflardan birinin öğretmeni de onların sınıfındaydı. Şiiri bitirdiği zaman bu öğretmen sınıfın öğretmenine “yılsonu programı için bu çocuğu istiyorum” dedi. Okullar yakında kapanacak ve öğrenciler bir yılsonu etkinliği düzenleyecekti, çoğunlukla üst sınıfların görev aldığı bu etkinlikte arada bir yerde çıkıp bu şiiri okuyacaktı. Yılsonu gecesi bir cumartesi akşamı günü yapılacaktı, o gün geldiğinde her zamanki gibi erkenden uyandı. Akşama daha çok zaman vardı ve vakit geçirmenin en iyi yolu tabi ki top oynamaktı. Bütün gün bir gol kralının bir sezonda attığı gol kadar gol attı, televizyondan öğrendiği az bilinen bir takımın tanınmayan bir futbolcusunun adını yakıştırmıştı kendisine. Akşam olduğunda eve gitti, annesi ona abisinin bir gömleğini giydirdi, babasının bir kravatını da boyuna göre bağladı, ilk defa kravat takıyordu, bu ona garip gelmişti. Doğru okulun bahçesine gitti, kantinin önüne sahne kurulmuş, sahnenin önüne de sıra sıra tahta sandalyeler dizilmişti, sokak düğünlerindeki gibi her tarafa ampuller asılmıştı. Kantin binasındaki bir bölüm kulis olarak kullanılıyordu, sırasını beklemek için oraya gitti. Etrafta koşuşturan bir sürü öğretmen ve öğrenci vardı, tanıdığı pek kimse yoktu, öğrenciler genellikle büyük sınıflardandı. Sonra o güzel kızı gördü, ve yine heyecanlandı, iri maviş gözleriyle çok hoş bakıyordu, o da bir gösteride görevliydi herhalde. Sırası geldiğinde sahneye koşarak çıktı, zaten elma yanaklıydı, şimdi kulaklarına kadar kızarmıştı. Ön sıradaki birkaç komşuyu hemen tanıdı. Bir yerde biraz tekleyerek şiiri okudu, selamını verdi, alkışını aldı içeri geri döndü.
Gitme vakti gelmiş olmalıydı. Bahçe duvarının üzerine çıkıp sokağa doğru yürümeye başladı, bir sefer bu duvarın üzerinde yalnız başına otururken dengesini kaybedip düşmüş kafasını asfalta çarpmıştı. Kafası yarılmamıştı ama çok ağrımıştı, taş kafalı olmanın faydasını ilk defa görüyordu. Annesi beyin kanaması geçirecek diye baya endişe etmişti. Sokağa geldiğinde eşyaların yüklenme işi bitmişti. Küçük arabalarına bindiler, kamyonun önüne düşüp yeni kasabaya, yeni evlerine doğru yola çıktılar.