10 Eylül 2010 Cuma

DÜĞÜN SENDROMU



Düğünlere davet edilmekten isyan eden bir adamın öyküsüdür.

Uzun zamandır görüşmediğim liseden bir arkadaşım aradı geçen gün. Telefonda ismini görünce neden aradığını tahmin ettim. Evleniyordu ve iki hafta sonraki düğününe beni davet ediyordu. Davetiye göndermek için de adresimi aldı, aramasının yeterli olup davetiyeye gerek olmadığını söylediğim halde. Bazı insanlar davetiyeleri saklarlar, ben her zaman başta kağıt olmak üzere tüm malzemelerin geri dönüşümünden yana olmuşumdur, yani davetiye saklamam, tarihi geçince atarım. Bu arkadaşım geçen sene de nişanına çağırmıştı beni, yakın bir yerde olmasına rağmen “nasıl olsa düğününe giderim nişanda ne işim var” düşüncesiyle gitmemiştim. Ne de kolay düşünmüşüm zamanında “nasıl olsa düğününe giderim” diye, geldi işte o zaman ve derdi sarmaya başladı beni. Ben düğünlere gitmeyi sevmiyorum, davet edilmekten de hoşlanmıyorum. Benim gibi düşünen çok kişi olduğundan da adım gibi eminim ancak bunu samimiyetle ve açıkça dile getiren pek olmuyor.
Ne güzel bu seneyi de geçen senen gibi iki düğünle kapattım derken yaz sonu hesapta olmayan bir düğün daha çıktı. Hediye götürmekten kaçtığım sanılmasın, ömrü hayatımda hiçbir zaman pinti bir adam olmadım, nerede ve ne şekilde olursa olsun hediye vermek beni her zaman mutlu etmiştir. Düğünlere gitmekten yakındığım zamanlar kimileri “sen gitmezsen seninkine de kimse gelmez” diyor. İşte bu laf beni tilt ediyor, “demek ki millet bu zihniyetle düğünlere gidiyor” düşüncesi kafamdan gelip geçtikten sonra “benim gibi düğünlerden nefret eden bir adam nasıl olur da bir düğünde başrol oyuncusu olabilir” kabusu ortaya çıkıyor. Tabi ki olamaz böyle bir şey gidin pis düşünceler rahat bırakın beni defolun kafamdan. Kulaklarım çınlamaya başladı yine, tansiyonum yükseldi, sıkıntı bastı offff.
İnsanların bir arada olduğu gülüp eğlendiği bir ortamın içinde bulunmaktan hoşlanmayışımdan kaçınık biri olduğum anlaşılabilir. Bilemiyorum belki tamamen belki de kısmen öyleyimdir. Çok emin olmamakla beraber sanırım öyleyim. Şimdi bir psikoanalist ile konuşuyor olsaydım genel geçer ve alışılmış bir durum olarak (gerçekten öyle midir bilmiyorum) çocukluğuma inerdi. Aramızdaki diyalog da sanırım şöyle olurdu:
- Evet şimdi çocuk olduğunuzu ve bahçenizde koştuğunuzu hayal edin.
- (Konuşmaya “evet”’le başlayanlara da uyuz olurum, ben de yapıyorum bazen o zaman kendime de uyuz oluyorum.) Evet koşuyorum, (bak kendime de oldum işte)
- Ne görüyorsunuz ?
- Toprak ve bir sürü karınca görüyorum.
- Başka bir şey görmüyor musunuz?
- Hayır görmüyorum.
- İlginç neden acaba?
- Çünkü koşarken düştüm, dizim de çok acıyor ya.
- (Hay sakar geri zekalı ne kadar kaldı bunun seansının bitmesine) Tamam buldum, burnunuzdan içeri kaçan karıncılar kafatasınızın içinde üremişler ve beyninizi tüketmişler. Üzülerek söylüyorum ki siz bir beyinsizsiniz.
- Karşınızda oturarak da bunu ispatlamıyor muyum zaten.

Psikoanalisti bir kenara bırakalım ben kendi kendime ineyim çocukluğuma. Çoğu kişinin çocukken yaptığı iki şeyi ben yapmadım. Anaokuluna da Kuran kursuna da gitmedim. Sanırım birincisi yüzünden asosyal, ikincisi yüzünden de itikatsız oldum. Annem öğretmendi ve çalıştığı için anaokuluna gitmemi çok istemişti. Bir seferinde hevesleneyim diye beni götürmüştü ama ben kapıdan içeri girmemiştim. Çocukların oyunları ve oyuncalar ilgimi çekmemişti çünkü beni korkutan bir şey vardı orada “öğle uykusu” iyi de ben gündüzleri uyuyamazdım o zamanlar, hala da uyuyamam. Gündüz vakti kitap okurken veya televizyon izlerken içim geçecek olsa, zihnim beni rahat bırakmaz ve tam bir uykuya dalamam. İkincisine ise göndermeye niyetlenen olmamıştı, olsa bile ben oraya da gitmezdim. İlkokul bire başladığımda da ilk birkaç ay boyunca okula gitmeden önce evdeki herkese fikrini sormuştum “sence bugün okula gitsem mi” diye. “Sen bilirsin biz işimize gücümüze gideceğiz” derlerdi hep, ben de evde yalnız kalmamak için zilin sesini duyar duymaz koşar giderdim. (okul sokağın karşısındaydı da) Evde yalnız kalmak şimdi olduğu gibi kıymetli değildi o zamanlar. Bakıyorum da aradan yirmi üç sene geçmiş ve ben okuldan hala kopamamışım, o kadar da asosyal değilmişim demek ki.
Evlenenlerin mutluluğunu kıskandığımı, bu mutluluğu görmeye dayanamadığım için de düğünleri sevmediğimi düşünebilecek sığ zihinliler çıkacaktır. Şunu söyleyebilirim ki hiçbir evlenen erkek benim şu an olduğum kadar mutlu olamaz. Kadınlar için net bir şey söyleyemeyeceğim, ben şu anda bile olsa işleyen bir dimağ sahibi olmanın burukluğunu yaşayabilirken onlar kanımca evlenirken kusursuz bir mutluluk yaşıyorlardır. Büyük Türk düşünürü Selahattin Duman’ın da dediği gibi “nikahta erkek ölür, kadının yeni hayatı başlar”.
Birçok yerde olduğu gibi düğünlerde de kendimi garip hissederim. Bunu nasıl anlatsam ki, şöyle bir benzetme yapabilirim belki. Benim de katılanı olduğum bir düğünde herkesin göründüğü genel bir fotoğrafı ve bu fotoğraf üzerinde elinizi gezdirdiğinizi düşünün. Benim olduğum yer parmağınıza kabartılı gelecektir. Çünkü hayata eğreti olarak tutturulduğum gibi buraya da çıkartma gibi yapıştırılmışımdır. Yapıştırılmış olmak her anlamda doğrudur. Yerimden kalktığım, akraba düğünleri hariç pek görülmez, onlarda da adet olduğu üzere teyzeler, halalar ve kuzenlerle dans etmek için kalkarım, görevimi ifa edip ivedi bir şekilde yerime geri dönerim. Düğün yemekli ve içkiliyse, biricik teskin edicim rakıdan bolca tüketmeye çalışırım. Rakı yoksa şarap veya votka kokteylleri ile idare ederim. Sonuçta hepsinin etkisi aynıdır, yatışmış bir zihin, sırıtkan bir yüz ve kısılmış boş bakan dumanlı gözler, yoksa bir düğüne başka nasıl katlanılır.
Bu kadar da olumsuz olunmaz, hiç mi hoşuna giden bir şey yok düğünlerde diye sorulacak olursa, düşünüyorum ve sınırlı sayıda da olsa hoşuma giden bazı şeyler aklıma geliyor. Nadiren de olsa müzik güzel olabilir, ne yazık ki hoşuma giden müzik genelde çok kısa sürer ve milletin ortaya çıkıp oynadığı (debelendiği) müzikler düğüne hemen hakim olur, beni de zorla kaldırmaya çalışanların eline koluna çatalı batırasım gelir. Çoğu düğünde müzik ve ses düzeni berbattır ne çalan şeyi anlarsınız ne de yanınızdakilerle konuşabilirsiniz. Ama asıl hoşuma giden çocuklardır. Çocukları hep sevmişimdir, sorumlulukları bana ait olmadığı sürece de sevmeye devam edeceğim, sıkıntısını başkası çeksin ben uzaktan seveyim yeter. O küçücük kızları gelin, oğlanları damat gibi giydirirler, etrafta koşarlar zıplarlar düşerler. Birini yakalayıp sevmeye kalksanız hemen elinizden sıyrılmaya çalışır, koşup oynamaktan geri kalamaz çünkü, düğün salonu tam bir deşarj yeridir onlar için. Velhasıl düğünün tadını çocuklar çıkarır. Gelen davetiyelerin birinde parantez içinde “düğüne çocuk getirilmemesi rica olunur” diye yazıyordu. Ne soğuk bir davetiyeydi o, çocuksuz düğün mü olurmuş, zaten gitmeyeceğim düğünün davetiyesini hemen attım. Bekarlar masasında olmak da bazen hoşuma gider, genelde damadın arkadaşı bir grup ite ayrılmış olan en kenar köşede veya tuvalet kapısının ağzında kalmış masada güzel makara yapılır.
Son zamanlarda iyice yaygınlaşan bir adet benim düğünlerden sıyrılma faaliyetlerimi iyice zorlaştırmaya başladı. Bazı çiftler birer hafta arayla çift düğün yapıyorlar ve davet ederken de birine gelemesen bile diğerine mutlaka gel diyorlar. Yok ikisine de gelecektim. Ne düğün meraklısı milletiz arkadaş, nasıl kurtulacağız bu lüzumsuz adetten bilemiyorum. Birinden sıyrılmak için kırk takla atarken iki taneden nasıl sıyrılayım. En güzel düğün gidilmemiş olandır ve en sevdiğim düğünler de uzaklarda yapılandır. Uzun mesafe, gitmemek için en iyi bahanedir ve davulun sesi gerçekten uzaktan hoş gelir.
Yine de gelecek için iyimserim, zamanla çevremdeki evlilerin sayısı artıp bekarların sayısı azaldıkça daha az düğüne davet edileceğimi düşünüyorum. Ancak aziz milletimin önüne geçilmez düğün merakı kimi zaman bu iyimserliğimi ortadan kaldırıyor. Günün birinde ne olacak biliyor musunuz? Benim kafanın kayışı kopacak ve boşa dönmeye başlayacak. Etrafa saldırır mıyım? Sanmam ilk yapacağım kaçmak olacaktır, uzaklara dağlara ormanlara kaçmak, tıpkı Manisa Tarzanı Gazi Ahmet Bedevi gibi. Peki ben hangi daha çıkacağım, İstanbul’da dağ mı var. Kayışdağı’na çıksam gecekonducular rahat vermez. En iyisi memlekete gidip Korudağ’a çıkayım ben. Gerçi memleket de ülkenin en has düğüncülerinin toplandığı bir yer, orası da sakıncalı olabilir. Neyse uygun bir dağ bulurum nasıl olsa. Birkaç parça eşya ile dedemin tüfeğini alırım. Tüfek avcılık için değil, tamamen korunma amaçlı. Hani olurda dağda bile düğüne çağırmak isteyen olursa vurmak için. Yalnız tüfeği kapıp dağa çıkmak çok geleneksel geldi bana. Bu devirde sıra dışı bir şey bulmak gerek. Mesela tüfek yerine ok ve yay olabilir. “Bir ok sessiz” Buldum Rambo’nun yayından yaptırıp çıkabilirim dağa. Yayın bir resmini bulup doğru sanayide bir tornacıya giderim. Acaba tornacıya derdimi nasıl anlatırım?



- Kolay gelsin dayı, şu resme baksana bir bunun aynısını yapabilir misin?
- Neymiş o bakayım , Rambo’nun yayı değil mi bu?
- Vay dayı nereden biliyorsun ya?
- Ohoo yiğenim bizim gençliğimiz Rambo filmleriyle geçti, ezbere bilirdik hepsini.
- Eee, ne diyorsun yapabilir misin?
- Ben yapmıştım zaten bundan iki tane.
- Yapmıştın, hem de iki tane?
- He biri kendime biri biradere. Mahallede bize Rambo kardeşler derlerdi. Rambo 3
- ‘den sonra saç uzatıp kırmızı bantla kafamızı bağlamaya başlamıştık. Birader Topkapı Esenyurt hattında çalışıyordu o zamanlar, Minibüsün üstüne kocaman “Rambo Kardeşler” yazmıştı. Hey gidi günler.
- Ne oldu şimdi o yaylara?
- Biraderinkini bilmiyorum benimkini kırıp attım. Bir gün burada arkadaşlara hava yaparken bizim çırağı şişledim yanlışlıkla, iki hafta hastanede yattı garip, ölseydi hapı yutmuştum. Ben de tövbe ettim yayı kırdım saçları da kestirdim.
- Yapacak mısın şimdi bana da bir tane?
- Yapayım da, sen ne yapacaksın bu yayı çok tehlikeli bak.
- Orasını karıştırma dayı merak etme kimseyi şişlemem.
- İyi o zaman iki gün sonra gel hazır olur.

Yayımı alıp sırtıma astıktan sonra kendimi dağlara vurup doğaya adayabilirim. Bir dere kenarına kulübe yaparım, üç evlek yer eker biçerim. Ben düğünlerden uzak huzur içinde yaşarken, yakınlarda bir köyde iki köylü arasında şöyle bir konuşma geçer:

- Yav bak ne diyeceğim, şu bizim düğüne dağdaki deliyi de çağırsak mı?
- Kimi kimi? Dağ da deli mi var?
- Var ya hani kulübede yaşıyor, çocuklarla oynuyor bazen.
- He onu mu, gelmez ki?
- Niye gelmesin lan, insan içine çıkmış olur garip biz de biraz matrak geçer güleriz.
- İyi hadi bulup çağıralım.

Ertesi günün gazetelerinde üçüncü sayfada şöyle bir haber vardır: “Falanca köyde iki köylü dere kenarında okla öldürülmüş olarak bulundu, olayın faili tek başına dağda yaşayan meczup vatandaş güvenlik güçlerine teslim oldu. Ağır tahrik var beni düğüne çağırdılar dedi”.
Peki sonra tam bir kurtuluş mümkün olur mu? Aradan yıllar yıllar geçer. Tabi bu yıllar akıl hastanesinin mahkumlar bölümünde geçer. Günün birinde hücre arkadaşım genç deli bana şöyle der: “Amca be buradan çıkınca benim nikah şahidim olur musun?” Ve yine bir üçüncü sayfa haberine konu olurum “Akıl hastanesinde yatmakta olan ihtiyar bir mahkum genç hücre arkadaşını önce yastıkla boğdu sonra da bastonuyla kafasını parçaladı, ihtiyar mahkumun bu vahşi cinayeti deli kuvvetinin de varlığını doğrulamış oldu. Cinayeti neden işlediği sorulduğun da beni öldürme planları yapıyordu ben daha önce davrandım dedi”.
Anlaşılan şu ki düğünlerden kurtuluş yok, çoğundan kaçıp, bazılarına giderek akıl sağlımızı (kaldıysa tabi) muhafaza edip durumu idare edeceğiz artık.

2 Eylül 2010 Perşembe

GAZİ PAŞA'NIN SOFRASI

“Buraya gel foks” diye seslendi Gazi Paşa. Köşkün bahçesinde ağaçlar altında oturmuş sabah kahvesini içiyordu. Yaklaşan köpeğin başını okşarken Fikriye gramofona bir plak yerleştirdi. İşleyen gramofondan nihavend makamında “Kimseye etmem şikayet” şarkısı yankılanmaya başlayınca, daha önce hiç duymadığı sesten hemen etkilenen Paşa “kimin plağı bu Fikriye, kim söylüyor” diye sordu. Fikriye, “Bu plağı sizin için aldım Paşam, bu yeni muhteşem sesin sahibinin ismi Zeki Müren” diyerek yanıtladı. “Gerçekten fevkalade bir ses, muazzam bir yetenek. Tanışmayı çok isterim köşke davet edelim bu sanatkarı. Uzun süredir büyük bir sofra kurmadık, davet etmeyi düşündüğüm başka kişiler de var sazlı sözlü güzel bir akşam geçirelim.” Köşkün kapısında Ali Çavuşla bir şeyler konuşmakta olan Salih Bozok müziği ve konuşulanları duyarak masaya gelmişti. Paşa ceketinin cebinden bir kağıt çıkartarak Salih’e uzattı. “Salih bu listede ismi yazılı kişileri bu akşam yemeğe davet etmeni rica ediyorum“. Yalnız şeref konuğunu listeye eklemen gerekecek o da şu an dinlediğimiz sanatkardır. Sevinçten gözleri parlayan Salih Bozok “emredersiniz paşam çok zamandır mahzundunuz, kitaplara dalmıştınız eski günlerdeki gibi bir sofra hepimize iyi gelecektir” diyerek listeyi aldı vakit kaybetmeden telefon başına koştu.
Plağı sonuna kadar dinleyen Paşa ağır adımlarla köşke girip çalışma odasına yöneldi. Masasına oturmadan kapı vuruldu. Köşkte kütüphane görevlisi olarak yeni çalışmaya başlayan kız elinde birkaç kitapla içeri girdi. “Dün akşam istediğiniz kitapları getirdim paşam” dedi.
- Çok teşekkür ederim getir bırak şu köşeye, ismin neydi senin unutuyorum kusura bakma.
- Estağfurullah Paşam, ismim Burcu.
- Nasıl, Burcu kızım alışabildin mi yeni işine, köşke, bizlere?
- Alıştım efendim, burada sizin yanınızda olmak kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük bir saadet benim için.
- Sağ ol kızım eksik olma. Bugün Afet Hanım gelecek köşke, kendisi kütüphane ile yakından ilgilidir. Gerekli gördüğü düzenlemeleri beraber yaparsınız olur mu?
- Emriniz olur paşam.
- Senden emrim değil ancak ricam olur.
- Sağ olun paşam müsaadenizle.

Uzun bir aradan sonra yeniden büyük bir akşam yemeği daveti verileceği haberi köşkte yıldırım hızıyla yayılmış, aşçısından garsonuna komisine muhafızına kadar herkes büyük bir heyecan ve çoksuyla hazırlıklara girişmişti. Hava kararmaya başladığında davetliler birer ikişer gelmeye başladı. Gelenleri kapıda Salih Bozok karşılıyor, sofranın kurulduğu büyük salona götürüyordu. Masadaki kalabalık arttıkça bu gecenin çok renkli geçeceği belli oluyordu. Geldiği haber verilince şeref konuğu Zeki Müren’i bizzat Gazi Paşa kapıda karşıladı. Elinin öpülmesine müsaade etmeyen paşa, Genç sanatkarı alnından öptü ve ayak üstü konuşmaya başladılar.
- Bir sanatkar el öpmemelidir Zeki.
- O el sizin eliniz ise her sanatkar öpmelidir paşam lütfen müsaade edin de öpeyim.
Büyük sanatkarın isteğini kıramayan paşa elini öptürdü.
- Sağ olun paşam beni berhudar ettiniz.
- Zeki bu sabaha kadar senden haberdar eğildim ama artık en büyük hayranın benim. Sen memleketin sanat ufkundan doğan pırıl pırıl bir güneşsin.
- Paşam bu sözlerinizle beni şereflere gark ettiniz. Güneş olan sizsiniz, bizlerse ancak sizin yörüngenizde bir seyyare olabiliriz.

Zeki Müren sevinç gözyaşları içerisinde salona girerken bütün davetliler de yerlerini almıştı. İçeri girdiğinde ayağa kalkmak isteyenleri nazik bir işaretle oturtan paşa kendine ayrılan yere geçti, bütün gözler üzerindeydi. Adeti olduğu üzere paşa açılış konuşması mahiyetinde birkaç sözle lafa başladı. “Öncelikle hepinize davetime icabet ettiğiniz için yürekten teşekkür ederim. Bu akşam sizin için olduğu kadar benim için de çok farklı bir anlam taşıyor, zamanında alışılagelmiş kişilerle yapılmış yemekli toplantılara göre çok farklı yüzlerle karşı karşıyayım. Gördüğüm kadarıyla görmek isteyip de davet ettiğim herkes gelmiş. Hatta ilk davet ettiğimde gelmemiş olan Nazım Hikmet bile aramızda”.
- Az kalsın senin yerine Deniz Kızı Eftelya’yı davet edecektim Nazım.
- Bu sefer davetinizi geri çeviremezdim Paşam.
- Neden ki?
- Çünkü… Çünkü memleketimi çok özledim. Memleketim memleketim… Siz memleket demeksiniz Paşam.
- Ben de memleketimi çok özledim Nazım. Ah Selanik, ah…Yalnız ben değil Nazım, sen de, onlar da, hepiniz, hepimiz memleketiz, hepimiz bu memleketiz.

Yeniden topluluğa hitap eden paşa konuşmasını sürdürdü. “Gördüğünüz gibi aramızda pek çok müzisyen var. Bu da demek oluyor ki çok keyifli bir akşam geçireceğimizden hiç şüphe yok. Nereden başlasak ki acaba “ derken Neyzen Tevfik’e göz kırptı. Koynundan neyini çıkaran Neyzen, o kıvırcık gür saçlı başını eğdi gözlerini kapadı ve üflemeye başladı. Herkesi bir başka aleme sokan tılsımlı ney sesi salonu doldurdu. Pek çok makamda perde perde dolaşan Neyzen anlayan anlamayan ki bu sofrada anlamayan bulunmazdı, tüm ruhları okşadı. Rast taksimle üflemesini bitirdiğinde herkes kendini oturduğu yere gökten inmiş sandı.
- Nefesine, neyine sağlık Neyzen seni dinleyebilmek ne büyük bir şans.
- Sağ olun paşam, esas sizin huzurunuzda olmak ne büyük bir şans.
- Sana normal servis açmışlar Neyzen, çocuklar hemen değiştirsin. Neyzen’e bir büyük tas, rakı ve ekmek getirin hemen.
- Tez getirsinler valla paşam. Elim ayağıma dolaşıyor hala korkum geçmedi.
- Hayırdır Neyzen nedir seni korkutan?
- Sormayın paşam, beni buraya bir gelin arabasıyla getirdiler de ondan korktum.

Salondaki herkes bu cevaba kahkahalarla güldü. Değerli saz üstatlarının yanın sıra Zeki Müren’e sürekli eşlik etmek üzere bir ince saz ekibi de salonda bulunuyordu. Neyzen’in mükemmel girişine karşılık olarak Zeki Müren onun dolaştığı tüm makamlardaki nadide eselerden birer kuple arda arda okuyarak efsaneleşecek bir potbori örneği sundu. Saz ekibinin engin mahareti de bu başarıya büyük katkı sağladı. Sofradaki bu küçük topluluk büyük sanatçıyı tıklım tıklım bir konser salonundaymışçasına dakikalarca alkışladı. Alkıştan sonraki birkaç dakikalık sessizliği Adnan Menderes bozdu.
- Paşam, İsmet Paşa’yı aramızda göremiyorum, neden yoklar acaba?
- İsmet Paşa mı, o eski sofraların müdavimlerindendi, bu ise ilk defa gelen konuklarıyla yeni bir sofra.
- Anlıyorum Paşam, ama yine de keşke burada olsaydı.
- Ne yapacaktın, yoksa paşayı bana şikayet mi edecektin?
- Ne yalan söyleyeyim hazır huzurunuzdayken onu ve sizin kurduğunuz orduyu size şikayet edecektim.
- Bu şikayetin sence bir faydası, faydasını geçtim bir anlamı olur muydu?
- Bu saatten sonra olmazdı tabi ama içime oturan bu derdi kime söyleyebilirim ki sizden başka. Gerçi siz de anlamazsınız belki, sizin için bir idam normaldir zamanınızda çok adam asıldı.
- Hiç istemesem de bu konuların açılacağını biliyordum. Öyleyse birkaç söz söylemek gerekecek. İstiklal mahkemelerinden çok sayıda idam kararı çıktığı doğrudur. Ancak bir başvekil için böyle bir karar çıkmamıştır. Bir başvekil yargılanıp idama mahkum ediliyorsa öncelikle ben ne yapım da kendimi astırdım demelidir.
- Fakat paşam pek çok faydalı icraatımız oldu memleket için.
- Adnan Bey, sizin başında olduğunuz fırkanın ismi neydi?
- Demokrat Parti Paşam.
- Peki siz demokrat mıydınız, ya da ne kadar demokrattınız?
- En az sizin kadar demokrattım Paşam.
- (Paşa gülümser) Diyelim ki en az benim kadar veya benim idarede bulunduğum dönem kadar demokrattın, ki o kadar bile demokrat değildin ancak bu senin dönemin için yeterli bir seviye değildi ki Sen ve ekibin, yönetimin, yüksek bir demokrasi seviyesini benimseyip uygulasaydı sonrasında her şey çok farklı olurdu. Mesela karşında oturan delikanlı Deniz asılmazdı, yanındaki tonton çocuk anayasayı kolayca delemezdi.
Bu sırada Adanan Menderes’in yanında oturan Turgut Özal söz alır,
- Paşam, anayasayı bir kerecik delmiş olabilirim ama ben bu memleketin önünü açtım, bu memlekete çağ atlattım.
- Önünü açarken arkasını kapamayı unuttun sanki be Turgut. Çağ atlattım diyorsun, yakın çağdan sonra yoz çağ mı başladı dünyada.
Menderes ve Özal söyleyecek bir sözleri olmadığını anlayıp sustular, Özal’ın karşısında oturan Bülent Ecevit bu sefer söz aldı.
- Paşam, Adnan ve Turgut Bey’e biraz yüklendiniz ama tabi her şeyin hesabı da kendilerinden sorulamaz, onların kafasında olan politikacılarımız hiç eksik olmadı.
- Biliyorum Bülent Bey, özellikle fötrlü ile takkeliyi kast ediyorsun, ancak onlar henüz bu tarafa geçmedikleri için kendilerini davet edemedim.

Paşanın saz ekibine doğru dönmesiyle Şükrü Tunar klarnet taksimine başladı. Kulakları doldurup, zihinlerin fişini çeken bu eşsiz seda gönülleri de kanatlandırıp uçuruyordu. Taksim sonrası Zeki Müren’in “Kırmızı gülün alı var” parçasına başlamasıyla sofraya yine neşe hakim olmuştu. Paşa bir ara yanında oturan Safiye Ayla’nın kulağına eğilerek sordu.
- Ne düşünüyorsun Safiye bu yetenek hakkında?
- Paşam bu sesi iyi dinleyiniz, böyle bir sesi bir başkasından duymazsınız. Çünkü mükemmelden daha iyisi yoktur.
- Haklısın Safiye, bu yegane bir ses, eşsiz ve benzersiz.
Bu esnada Paşa’nın gözü Safiye Ayla’nın yanında oturan ve sürekli bir şeyler yazan sarışın peruklu, kırmızı rujlu, beyaz çerçeveli güneş gözlükleri takmış Aysel Gürel’e ilişti Takılmadan geçemezdi.
- Aysel ne yazıyorsun sen bakayım?
- İlahi Paşam ben ne yazabilirim tabi ki şarkı sözü. Zekiciğime güfte vereceğim o da bestelesin.
- Neşeli bir şey olsun dinleyeni ağlatamasın tamam mı?
- Emriniz başım üstüne Paşam. Yani bu püsküllü şapkanın da üstüne hahaha.

Bir kadeh kaldırma zamanının geldiğini düşünen Paşa, saz ekibinin molasını fırsat bilip ayağa kalkarak masada tam karşısında oturan Tevfik Fikret’e doğru kadehini kaldırdı
- Ey şairlerin şairi büyük üstat şerefine içiyorum.
Tevfik Fikret’de ayağa kalkıp kadehini uzattı
- Sizi yani Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa’yı görmeyi çok istemiştim, buna ömrüm vefa etmedi. Fakat siz kabrime ziyarete geldiniz bu akşam da ben size iadei ziyarete geldim.
- Sağ olun büyük üstadım, hayatta hiç karşılaşmamış olsak da üzerimde çok etkiniz oldu, tefekkürümü siz geliştirdiniz desem abartmış olmam. Bu arada Orhan Veli ve Cahit Sıtkıyı’da beraberinizde getirmenize çok sevindim, beni affetsinler onları davet etmeyi unutmuştum.
- Bu çocuklar çok vefalılar, sağ olsunlar ziyaretime gelmişlerdi ben de aldım buraya getirdim.
- Ne güzel bir sofra, ne çok edebiyatçı var aramızda. (Paşa Sabahattin Ali’ye doğru dönerek) Sabahattin ama sen çok küskün duruyorsun. Acaba Zeki Müren’den “Aldırma Gönül” parçasını rica etsem gönlünü alabilir miyim?
- Gönlüm hep sizindir Paşam, Nazım “memleketimi özledim” dedi, bana memleketimi bile özlettirmediler, yine de küskün değilim küsmedim, küsemedim ne size, ne memlekete.

Aldırma Gönülü’ü okumaya başlayan Zeki Müren’e önce Barış Manço eşlik etmeye başladı ardından tüm masa. Her gönlün aldırmaması gereken bir şeyler olduğu için sofradaki herkes parçayı canı gönülden söyledi. Ardından Ercüment Batanay yayını tamburla beraber gönül tellerinden de çekerek bir taksim geçti. Zeki Müren Yemen Türküsü’yle gözleri buğulandırdı. Ve paşanın gözleri bir çift yeşil göze takıldı.
- Oğuz Bey meşhur romanınızı okudum. Fikriye, Burcu kızıma söyle kütüphaneden bulup getirsin.
- Çok sevindim paşam, başlayanlar genelde bitirememekten şikayet ediyorlar.
- (Roman gelir) Şuna bak maşallah tutunamayan birinin tutunmaya çalışırken duvardan söküp çıkarttığı bir tuğla gibi.
- Alışılmışın dışında bir şey yapmaya çalıştım Paşam.
- Başarmışsın da. Üstelik bir mühendisin böylesine önemli bir edebi eser ortaya koyması çok güzel. Bana Dostoveski’yi hatırlattın.
- Kendisi en beğendiğim Rus yazarlardandır.

Paşa bakışlarını Oğuz Atay’ın yanında oturan Sait Faik’e çevirir.
- Sait adadan mı geliyorsun?
- Evet paşam artık dört mevsim oradayım.
- Ohh Ne güzel, geleceğim bir gün ziyaretine.
- Her zaman beklerim paşam, şeref verirsiniz.
- Sait sen bu gecenin öyküsünü yazarsın herhalde.
- Ben değil de sanırım kapıda ki muhafız yazacak
- Nasıl yani, o niye yazıyor?
- Bilemiyorum paşam, içeri girerken dikkat ettim muhafızlardan biri sürekli not tutup gülüyordu.
- (Paşa yanında bekleyen Ali Çavuş’a döner) çağır gelsin bakayım şu muhafız içeri.
- Hangisini Paşam uzun olanı mı yoksa kısa olan mı çağırayım?
- (Sait Faik) Kısa olanı çağır.

Ali Çavuş kısa olanı çağırımasına rağmen birbirlerinden hiç ayrılamayan bu iki muhafız birlikte içeri girerler, paşaya tekmil vererek önünde esas duruşa geçerler. Kısa muhafızın pantolonunun arka cebinden not defterinin ucu görünmektedir.
- Sürekli not alıyormuşsun sen, ver bakayım defterini.
- Bu ne biçim yazı, sen hala eski Türkçe mi yazıyorsun, yoksa eskiyle yeninin karışımı bir yazın mı var? Okuyamıyorum sen söyle ne yazıyorsun?
- Gördükleri mi yazıyorum Paşam.
- Niye gazeteci misin sen?
- Yok Paşam öylesine yazıyorum anı olsun diye.
- Öylesine yazma, öykü yaz ki bir işe yarasın.
- İzniniz olursa seve seve Paşam.
- Köşkümün muhafızı öykü yazmak istedikten sonra iznin lafı mı olur.

20 Ağustos 2010 Cuma

KEMANCININ DÜŞÜ

Kemanımın teli koptu, hem de mi teli. Daha önce hiç kopmamıştı ilk defa dün gece koptu. Taksim’de bir konserde çalıyordum, kapanışta eski, yorgun, bitkin kemanım isyan etti. Mi teli zınk diye koptu. Uzun zamandır hiçbir teli kopmamıştı, çocukken acemiyken çok tel koparırdım ama o zaman bile mi tel kopmamıştı. Neyse ki iki takım yedek telim var dün gece elim değip de değiştiremedim. Eve döndüğümde sabah ezanı okunuyordu, vurdum kafayı yattım. Öğleden sonra olmuş yeni uyandım, hala yorgunum. Konserler meyhane fasıllarına benzemiyor çok yoruyor adamı ama çok keyifli oluyor bunlar. İş çıktımı konsere gitmeye can atarım, fasılları da çok severim tabi asıl işimiz o. Millet sarhoş eğlendirmek sansa da bana göre öyle değil. Her ne kadar taşradan mukassi görünse de meyhane, içindeki letafet ve zarafet demden sonra bizden sorulur. “Meyhane mi kaldı artık” diyenler var, doğrudur çok az kaldığı, “nerede o eski meyhaneler” diyenler çok, ben yaşlı sayılmam eski meyhaneleri de görmedim, duyduğum kadarıyla tahmin edebiliyorum ortamlarını sadece. Mesleğimi icra ederken insanlara bir nebze de olsa bunu yaşatıp o tadı verebilmeyi, okunan öğrenilen değil yaşanan bir tecrübe kazandırmayı istemişimdir hep. Kaybolmaya yüz tutmuş zanaatlar gibi bu işte hiç bitmez belki ama yaygınlaşmaz da. Dedem de süpürgeciymiş zamanın da şimdi kaç süpürgeci kaldı allah aşkına. Neyse, dün akşam ben konsere nasıl gittim onu söylemedim. Normalde biz her akşam keman, klarnet, darbuka üçlü ince saz ekibi olarak fasıldayız. Nerede mi? O son birkaç meyhanenin kaldığı Samatya’da. Başımız, şefimiz klarnetçi Yaşar Agadır, darbukacı Engin onun damadıdır. İşte dün Yaşar Aga rahatsızlanmış, haber gönderdi fasıla çıkmayacağız diye. Kahvede kös kös otururken telefon geld,i kemancı lazımmış Taksim’de ismi alengirli bir yerdeki konsere. Atladım gittim hemen, kaçırır mıyım konseri hem boş kalacaktık, para da lazım insana illaki.
Şu teli bağlıyayım da reçinesiydi akorduydu biricik sevgilimi hazır edip kahveye gideyim. Herkese anlatmam lazım konseri, aranan kemancı oldum artık ben çatlasın diğerleri. Sonra erken toplanırız, cumartesi bugün en yoğun iş günümüz. Bir süredir beklediğim birileri var gelirler umarım bu akşam. Bir acayip oluyorum onların masasında, anlayamadım gitti. Çok güzel parçalar istiyorlar ondandır desem değil, çok iyi dinleyiciler desem ondan da değil. Anlatması zor garip bir şeyler oluyor, yay elimden uçacak keman kanatlanacak sanıyorum, bir sis, bir bulut değişen tipler ünlüler ünsüzler, ağlayanlar gülenler, isimler bir sürü isimler. Şu sigara tutanda mı, şarkıları isteyen de mi yoksa masanın kıdemlisi hocada mı var bir şeyler çözemedim. Ne olur bu akşam gelsinler, gelsinler de şu sırrı çözeyim.
Mevsimlerden yaz, hava hiç ağır değil yağmurların bıraktığı hafif serinlikle denizden gelen püfür püfür bir esinti var. Mekanların kapı önleri terasları doluyor yavaş yavaş, çevrenin nemi kokusu her şeyi içkiye davet ediyor meyilli nefisleri. Terastan başlıyoruz masaları dolaşmaya, her masada bir saksı fesleğen, hepsini okşuyorum elimi uzatıp anason kokusuna karışıyor kokuları masalsı oluyor. Bir ara aşağıya bakıyorum kapı önüne, kaç masa dolmuş, kimler gelmiş. İşte buradalar, biliyordum geleceklerini iki haftayı geçirmezler yaz mevsimi sık sık gelirler. Terasın müşterisini oldubitti pek sevmem, sanat müziğinin dedeleriyle beraber öldüğünü sanan ipsiz sapsız tipler genelde terasta yer ayırtır. Televizyonda radyoda duydukları bir iki içler acısı parçayı dillerine dolar bize çaldırırlar. Meyhanelerin soyları tükenmedi, sayıları çok azaldı şekilleri değişti belki ama o eski müdavimlerin, demcilerin soyu çoktan tükendi sanırım, onlar yerlerine kimseyi bırakamadılar ve şimdi şehri dolduran bu korkunç güruh, az kalan meyhaneleri de dolduruyor yazık. Şu aşağıda sabırsızlıkla bizi bekleyen, benim de yanlarına gitmek için can attığım bizimkiler ve onlar gibi bir avuç demci de olmasa hiç tadı olmayacak şu telleri gıcırdatmanın. Ortamın ve anın tadına varana, kıymetini bilene ne mutlu.
Nihayet bizimkilerin masasındayız, aşağıya iner inmez hemen seslenip çağırdılar. İlk onların masasına gitmek adet oldu. Bakıyorum da kemik kadro, trio burada, sigara tutan uzun ağabey, en eli açık olan da o pek seviyorum kendisini. Balat’dan hemşerim olan hoca, ne hocasıdır bilmiyorum ama diğerleri hocam dediğine göre kesin bir hocadır. Ve de akranım olan genelde parçaları isteyen ve ben çalmaya başladığımda yüzüne bir Metin Akpınar gülümsemesi yerleşen arkadaş, parçalara eşlik etmesi de bir değişik bunun temiz yüzüne tezat kalın bir sesi var. İşte ne oluyorsa bana bu masada oluyor ve etkisi gece bitene kadar sürüyor. Daha girişi yapmadan uzun ağabey sigaramı yaktı, ilk nefesi çekiyorum, parmaklarım karıncalanmaya başlıyor, ikinci nefeste karıncalanma kafa derime geçiyor bu sigarada bir şey var. Kemanı ve yayı elime alıyorum, nihavend taksimi ile başlıyoruz, gülümseyen arkadaş karşımda oturuyor, bazı nadide klasik eserleri ve makamlarını biliyor, biliyor ama bilgisi kulaktan dolma meraklı ve iyi bir dinleyici sadece, eğitimi ve beceresi yok. Nereden mi anlıyorum, darbukaya eşlik etmek için bazen masada ritim tutmaya çalışıyor ama olmuyor, müzik kulağı yok. Ortaokulda müzik derslerinde de sıkıntı çekmiştir kesin, Uğraşıp, yapamayıp sinirlendiğinde Helvacıoğlu marka blok flütünü çakıyla kesmeye çalışmıştır, şimdi divan altlarında bir yerlerde duruyorsa o flüt mutlaka pek çok yerinde kesik izi vardır. Neden kesmeye çalıştığını da adım gibi biliyorum, flütün uç kısmı çok sıkıştığından dönmüyordu, do notası da o uç kısımda olduğundan do notası geçen parçaları çalarken iki delikli olan o notayı kısa gelen serçe parmağıyla kapatamıyordu ve çatlak bir ses çıkıyordu. Serçe parmağının ucuna yara bandı sararak uzatmaya çalışsa da bu yöntem pek işe yaramamıştı. Ayrıca bu arkadaşın flüt çalarken yaptığı garip bir şey de sürekli üfleyerek çalmıyor hangi notayı basıyorsa onu söyler gibi üflüyordu, bu durumda çenesi acayip bir şekilde oynuyordu, şimdi hayal ettim de çok komik geldi. Çakıyla kesmeye çalışması da flütü kırmaya kıyamamasından olsa gerek. Garip bir davranış biçimi olduğuna şüphe yok, zaten biz masaya yaklaşırken de uzun ağabeyle hocaya hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu, “ bende insanların sinirine dokunan bir gariplik var” diyordu. Kesin bir kitapta okumuştur bunu, dur dikkatlice bakayım bakayım bir gariplik var mı, alnında yazıyordur belki. Alnına bakarken göz göze geliyoruz ve ben uçuyorum, kemanda elimden uçuyor bir garip aleme dalıyoruz sanırım arkadaşın zihnine giriş yaptık. Bir nebuladan geçiyoruz, uzakta gittikçe küçülen Yaşar Aga ile Engini görüyorum, bir kara delik onları yutuyor. Ben ise üst uzay boşluğuna bir türlü çıkamıyorum, bir beyaz cüce beni kendine doğru çekiyor. Allahım ben bu kadar uzay terimini ben nereden biliyorum ne çok bilimkurgu filmiydi belgeseliydi izlemiş bu çocuk içi kararmış valla. Tam da anam gibi konuştum şimdi, yirmi kağıda çok şahane fal bakar, ilk gördüğü adamın kadının gelmişini geçmişini şeceresini sayar döker dedikleri tas tamam çıkar. Pek meşhurdur mahallede falcı Atiye dedin mi sümüklü kızanlar bile hemencecik gösterir bizim kapıyı. Neyse, kemanım nerede benim vay almışta çalıyor bizimki, daha doğrusu çaldığını hayal ediyor. Öyle olduğunu sanıyorum hayaldir herhalde. Arkadaşın gerçekçi bir yanı da var yalnız, hayalinde bile çalamıyor ha ha ha. Ver şunu, flütü kesmeye çalıştığın gibi ikiye mi bölmek istiyorsun benim biricik sevgili kemanımı. Şuna bak yay değil demir testeresi tutuyor sanki, şimdi de sıcak basmaya başladı, bir yerlerden bir sürü kıvılcım çıkıyor sıcak lav gibi bir şeyler akıyor, Allah aşkına bu adam ne iş yapıyor. Bu parlaklık kayboluyor ve karanlığın ortasına, olur mu karanlığın ortası, köşegenlerin kesişme noktası, karanlıkta köşegen olur mu, alem köşebent olmuş karanlıkta köşegen olsa ne olur, işte onların ortasına hem de tam ortasına bir ay doğuyor. Nereden mi doğuyor, tabi ki fıstıkların arkasından. Fıstık çamlarını da ay aydınlatıyor zaten yoksa her yer karanlıktı önceden ve karanlığın ortasını köşegenle buldum ben. Dur bakalım, bu herif hiç bilmediğim geometriyi de öğretecek bana. Şimdi burada her şey kendi anlamını mı taşıyor yoksa farklı anlamları mı var, anam olsa bilirdi, yok balık gördün kısmet, deve gördün yolculuk, kuş gördün haber. Bu ay niye doğdu ki ne anlama geliyor, ay yüzlü bir sevgilimi demek yoksa, ne belli kaşık yüzlüdür belki. Ya da kaşık adası kıyısında denize giren bir ay yüzlüdür. Aaa ayın yakamozu çıktı, ay denizin üstüne mi geldi, ayın altına deniz mi geldi? Sonunda güneş doğuyor her gecenin bir sabahı demek burada da varmış, ama fıstık çamları gitmiş, daha doğrusu hiç kara görünmüyor, gece bütün buzullar eridi demek her yer su altında kalmış, küresel ısınmayı iyice benimsemiş arkadaş hehehe. O da ne gökyüzünde bir sürü balon çıktı şimdi de. Hepsi de kalp şeklinde kocaman kırmızı balonlar, sepetlerinde dansöz kızlar, yetmiş iki bucuk milletten cıvıl cıvıl dansözler. Kocaman kırmızı kalp balonlar, dansözlü balonlar, hayal balonlar, hayaller suya düşmesin, dansözler boğulmasın. Ama düşecekler, çift kanatlı pırpır uçaklar çıkıyor ufuktan tel bıyıklı pilotların kullandığı. Makineli tüfekleriyle hücum ediyorlar balonlara. Kalp balonlar patlamıyor, kırılıyor bin parça. Suya düşüyor hayal balonlar, Neden patlamıyor bu balonlar, kalpler patlamaz çünkü kırılır ancak ve hayaller de suya düşer bu az geldi hatta denize çakılır. Yazık oluyor dansözlere hepsini köpek balıkları yiyor pis katil tel bıyıklılar, yetmiş iki bucuk milletin dansözü telef oluyor, senelerce dansöz yetişmeyebilir dünyada, bugün tarihe kara bir sayfa olarak geçiyor yasla hatırlanacak ve dünya dansözler günü olacak. Nedir bu balondu uçaktı dansözdü ne acayip şeyler izlemiş müstehçen deli. Kalpti patlayan balondu dansözdü ne demek bunlar ya, kimbilir insanlara neler söylüyor da kaçırtıyor sonra da kalbi kırılmış pozlarına giriyor sapık mıdır nedir. Dansöz takıntısı çocukluğunun yılbaşı gecelerinde TRT ‘nin gece yarısı çıkarttığı dansözlerden geliyor olmalı. Memlekette pek çok kişiyi ruh hastası yapan bizzat devlet televizyonudur. Küçücük çocuklara Clementine gibi bir çizgi film izletmesi bunun için yeterli olmuştur. Aklımdan çıkmayan bir program da, adı “Anadolu’dan Görünüm” olan, korkunç bir amcanın sunduğu (en azından bana çocukken korkunç görünen) sürekli dağlarda öldürülen ve hepsi de nasıl oluyorsa artık güvenlik güçlerinin “teslim ol” çağrısına ateşle karşılık vermiş olan teröristlerin cesetlerinin alenen gösterildiği programdır.

Muhayyere geçerken hafif bir esintiyle kendime gelir gibi oluyorum ama yanılıyorum. Biz “Rüzgar Söylüyor” u çalarken bir meltem düşlüyor bizimki. Bir limanın mendireğinden başlayan bu esinti mezarlık servilerinden geçerek sarışın mavi gözlü bir delikanlının kıvırcık saçlarına dalıyor. Nilüferler açmış bir göle bakıyor delikanlı, ağlayan soluk yüzlü bir çocuk görüyor gölün kıyısında, kağıt kayığı batmış. Acem kürdi makamında ağlayan bu çocuk yoksa elemlerle dolu bir hayat mı yaşıyor. Çocuk koşarak uzaklaşırken göl de bir havuza dönüşüyor etrafına manolya ağaçları, banklar geliyor. Bankta oturup kitap okuyan bir adam var, arada etrafta bakıyor, bazı gelip geçenlerle selamlaşıyor. Kitabı bırakıp elinden karşıda görünen bir binaya dikiyor gözlerini eski saray bozması binaya. Seneler sonrasını düşlüyor, bu binada bir salonda bizim hayalperesti görüyor, beş suratsız adamın karşısında onlara bir şeyler anlatıp terleyen hayalperest içinden bolca her birine sövüyor. İşi bitince adeta mekana veda eden bakışlarla binadan çıkıyor, düşünde seneler önce bankta kitap okuyan adamı “ben buradayım” diyerek selamlıyor. Arkasından sesleniyor adam, “seni ben düşündüğüm için var değilsin sen bunların hepsini düşündüğün için varsın” diyor. Ağaçlar arasından koşar adım denize doğru iniyor, tam karşıda görünen Kız Kulesine gülümseyerek el sallıyor. Bir sokağın bir yokuşla kesiştiği bir yerde uzun ağabey ile buluşup Samatya’ya geliyorlar, hocanın onları beklediği bu masaya oturuyorlar. Beni görünce hemen gözleri parlıyor. Ben de uzun ağabeyin tuttuğu esrarlı sigarayı bile bile yine yakıyorum. Bu alemi sevdim, içinde dolaşmak hoşuma gidiyor.