10 Eylül 2010 Cuma

DÜĞÜN SENDROMU



Düğünlere davet edilmekten isyan eden bir adamın öyküsüdür.

Uzun zamandır görüşmediğim liseden bir arkadaşım aradı geçen gün. Telefonda ismini görünce neden aradığını tahmin ettim. Evleniyordu ve iki hafta sonraki düğününe beni davet ediyordu. Davetiye göndermek için de adresimi aldı, aramasının yeterli olup davetiyeye gerek olmadığını söylediğim halde. Bazı insanlar davetiyeleri saklarlar, ben her zaman başta kağıt olmak üzere tüm malzemelerin geri dönüşümünden yana olmuşumdur, yani davetiye saklamam, tarihi geçince atarım. Bu arkadaşım geçen sene de nişanına çağırmıştı beni, yakın bir yerde olmasına rağmen “nasıl olsa düğününe giderim nişanda ne işim var” düşüncesiyle gitmemiştim. Ne de kolay düşünmüşüm zamanında “nasıl olsa düğününe giderim” diye, geldi işte o zaman ve derdi sarmaya başladı beni. Ben düğünlere gitmeyi sevmiyorum, davet edilmekten de hoşlanmıyorum. Benim gibi düşünen çok kişi olduğundan da adım gibi eminim ancak bunu samimiyetle ve açıkça dile getiren pek olmuyor.
Ne güzel bu seneyi de geçen senen gibi iki düğünle kapattım derken yaz sonu hesapta olmayan bir düğün daha çıktı. Hediye götürmekten kaçtığım sanılmasın, ömrü hayatımda hiçbir zaman pinti bir adam olmadım, nerede ve ne şekilde olursa olsun hediye vermek beni her zaman mutlu etmiştir. Düğünlere gitmekten yakındığım zamanlar kimileri “sen gitmezsen seninkine de kimse gelmez” diyor. İşte bu laf beni tilt ediyor, “demek ki millet bu zihniyetle düğünlere gidiyor” düşüncesi kafamdan gelip geçtikten sonra “benim gibi düğünlerden nefret eden bir adam nasıl olur da bir düğünde başrol oyuncusu olabilir” kabusu ortaya çıkıyor. Tabi ki olamaz böyle bir şey gidin pis düşünceler rahat bırakın beni defolun kafamdan. Kulaklarım çınlamaya başladı yine, tansiyonum yükseldi, sıkıntı bastı offff.
İnsanların bir arada olduğu gülüp eğlendiği bir ortamın içinde bulunmaktan hoşlanmayışımdan kaçınık biri olduğum anlaşılabilir. Bilemiyorum belki tamamen belki de kısmen öyleyimdir. Çok emin olmamakla beraber sanırım öyleyim. Şimdi bir psikoanalist ile konuşuyor olsaydım genel geçer ve alışılmış bir durum olarak (gerçekten öyle midir bilmiyorum) çocukluğuma inerdi. Aramızdaki diyalog da sanırım şöyle olurdu:
- Evet şimdi çocuk olduğunuzu ve bahçenizde koştuğunuzu hayal edin.
- (Konuşmaya “evet”’le başlayanlara da uyuz olurum, ben de yapıyorum bazen o zaman kendime de uyuz oluyorum.) Evet koşuyorum, (bak kendime de oldum işte)
- Ne görüyorsunuz ?
- Toprak ve bir sürü karınca görüyorum.
- Başka bir şey görmüyor musunuz?
- Hayır görmüyorum.
- İlginç neden acaba?
- Çünkü koşarken düştüm, dizim de çok acıyor ya.
- (Hay sakar geri zekalı ne kadar kaldı bunun seansının bitmesine) Tamam buldum, burnunuzdan içeri kaçan karıncılar kafatasınızın içinde üremişler ve beyninizi tüketmişler. Üzülerek söylüyorum ki siz bir beyinsizsiniz.
- Karşınızda oturarak da bunu ispatlamıyor muyum zaten.

Psikoanalisti bir kenara bırakalım ben kendi kendime ineyim çocukluğuma. Çoğu kişinin çocukken yaptığı iki şeyi ben yapmadım. Anaokuluna da Kuran kursuna da gitmedim. Sanırım birincisi yüzünden asosyal, ikincisi yüzünden de itikatsız oldum. Annem öğretmendi ve çalıştığı için anaokuluna gitmemi çok istemişti. Bir seferinde hevesleneyim diye beni götürmüştü ama ben kapıdan içeri girmemiştim. Çocukların oyunları ve oyuncalar ilgimi çekmemişti çünkü beni korkutan bir şey vardı orada “öğle uykusu” iyi de ben gündüzleri uyuyamazdım o zamanlar, hala da uyuyamam. Gündüz vakti kitap okurken veya televizyon izlerken içim geçecek olsa, zihnim beni rahat bırakmaz ve tam bir uykuya dalamam. İkincisine ise göndermeye niyetlenen olmamıştı, olsa bile ben oraya da gitmezdim. İlkokul bire başladığımda da ilk birkaç ay boyunca okula gitmeden önce evdeki herkese fikrini sormuştum “sence bugün okula gitsem mi” diye. “Sen bilirsin biz işimize gücümüze gideceğiz” derlerdi hep, ben de evde yalnız kalmamak için zilin sesini duyar duymaz koşar giderdim. (okul sokağın karşısındaydı da) Evde yalnız kalmak şimdi olduğu gibi kıymetli değildi o zamanlar. Bakıyorum da aradan yirmi üç sene geçmiş ve ben okuldan hala kopamamışım, o kadar da asosyal değilmişim demek ki.
Evlenenlerin mutluluğunu kıskandığımı, bu mutluluğu görmeye dayanamadığım için de düğünleri sevmediğimi düşünebilecek sığ zihinliler çıkacaktır. Şunu söyleyebilirim ki hiçbir evlenen erkek benim şu an olduğum kadar mutlu olamaz. Kadınlar için net bir şey söyleyemeyeceğim, ben şu anda bile olsa işleyen bir dimağ sahibi olmanın burukluğunu yaşayabilirken onlar kanımca evlenirken kusursuz bir mutluluk yaşıyorlardır. Büyük Türk düşünürü Selahattin Duman’ın da dediği gibi “nikahta erkek ölür, kadının yeni hayatı başlar”.
Birçok yerde olduğu gibi düğünlerde de kendimi garip hissederim. Bunu nasıl anlatsam ki, şöyle bir benzetme yapabilirim belki. Benim de katılanı olduğum bir düğünde herkesin göründüğü genel bir fotoğrafı ve bu fotoğraf üzerinde elinizi gezdirdiğinizi düşünün. Benim olduğum yer parmağınıza kabartılı gelecektir. Çünkü hayata eğreti olarak tutturulduğum gibi buraya da çıkartma gibi yapıştırılmışımdır. Yapıştırılmış olmak her anlamda doğrudur. Yerimden kalktığım, akraba düğünleri hariç pek görülmez, onlarda da adet olduğu üzere teyzeler, halalar ve kuzenlerle dans etmek için kalkarım, görevimi ifa edip ivedi bir şekilde yerime geri dönerim. Düğün yemekli ve içkiliyse, biricik teskin edicim rakıdan bolca tüketmeye çalışırım. Rakı yoksa şarap veya votka kokteylleri ile idare ederim. Sonuçta hepsinin etkisi aynıdır, yatışmış bir zihin, sırıtkan bir yüz ve kısılmış boş bakan dumanlı gözler, yoksa bir düğüne başka nasıl katlanılır.
Bu kadar da olumsuz olunmaz, hiç mi hoşuna giden bir şey yok düğünlerde diye sorulacak olursa, düşünüyorum ve sınırlı sayıda da olsa hoşuma giden bazı şeyler aklıma geliyor. Nadiren de olsa müzik güzel olabilir, ne yazık ki hoşuma giden müzik genelde çok kısa sürer ve milletin ortaya çıkıp oynadığı (debelendiği) müzikler düğüne hemen hakim olur, beni de zorla kaldırmaya çalışanların eline koluna çatalı batırasım gelir. Çoğu düğünde müzik ve ses düzeni berbattır ne çalan şeyi anlarsınız ne de yanınızdakilerle konuşabilirsiniz. Ama asıl hoşuma giden çocuklardır. Çocukları hep sevmişimdir, sorumlulukları bana ait olmadığı sürece de sevmeye devam edeceğim, sıkıntısını başkası çeksin ben uzaktan seveyim yeter. O küçücük kızları gelin, oğlanları damat gibi giydirirler, etrafta koşarlar zıplarlar düşerler. Birini yakalayıp sevmeye kalksanız hemen elinizden sıyrılmaya çalışır, koşup oynamaktan geri kalamaz çünkü, düğün salonu tam bir deşarj yeridir onlar için. Velhasıl düğünün tadını çocuklar çıkarır. Gelen davetiyelerin birinde parantez içinde “düğüne çocuk getirilmemesi rica olunur” diye yazıyordu. Ne soğuk bir davetiyeydi o, çocuksuz düğün mü olurmuş, zaten gitmeyeceğim düğünün davetiyesini hemen attım. Bekarlar masasında olmak da bazen hoşuma gider, genelde damadın arkadaşı bir grup ite ayrılmış olan en kenar köşede veya tuvalet kapısının ağzında kalmış masada güzel makara yapılır.
Son zamanlarda iyice yaygınlaşan bir adet benim düğünlerden sıyrılma faaliyetlerimi iyice zorlaştırmaya başladı. Bazı çiftler birer hafta arayla çift düğün yapıyorlar ve davet ederken de birine gelemesen bile diğerine mutlaka gel diyorlar. Yok ikisine de gelecektim. Ne düğün meraklısı milletiz arkadaş, nasıl kurtulacağız bu lüzumsuz adetten bilemiyorum. Birinden sıyrılmak için kırk takla atarken iki taneden nasıl sıyrılayım. En güzel düğün gidilmemiş olandır ve en sevdiğim düğünler de uzaklarda yapılandır. Uzun mesafe, gitmemek için en iyi bahanedir ve davulun sesi gerçekten uzaktan hoş gelir.
Yine de gelecek için iyimserim, zamanla çevremdeki evlilerin sayısı artıp bekarların sayısı azaldıkça daha az düğüne davet edileceğimi düşünüyorum. Ancak aziz milletimin önüne geçilmez düğün merakı kimi zaman bu iyimserliğimi ortadan kaldırıyor. Günün birinde ne olacak biliyor musunuz? Benim kafanın kayışı kopacak ve boşa dönmeye başlayacak. Etrafa saldırır mıyım? Sanmam ilk yapacağım kaçmak olacaktır, uzaklara dağlara ormanlara kaçmak, tıpkı Manisa Tarzanı Gazi Ahmet Bedevi gibi. Peki ben hangi daha çıkacağım, İstanbul’da dağ mı var. Kayışdağı’na çıksam gecekonducular rahat vermez. En iyisi memlekete gidip Korudağ’a çıkayım ben. Gerçi memleket de ülkenin en has düğüncülerinin toplandığı bir yer, orası da sakıncalı olabilir. Neyse uygun bir dağ bulurum nasıl olsa. Birkaç parça eşya ile dedemin tüfeğini alırım. Tüfek avcılık için değil, tamamen korunma amaçlı. Hani olurda dağda bile düğüne çağırmak isteyen olursa vurmak için. Yalnız tüfeği kapıp dağa çıkmak çok geleneksel geldi bana. Bu devirde sıra dışı bir şey bulmak gerek. Mesela tüfek yerine ok ve yay olabilir. “Bir ok sessiz” Buldum Rambo’nun yayından yaptırıp çıkabilirim dağa. Yayın bir resmini bulup doğru sanayide bir tornacıya giderim. Acaba tornacıya derdimi nasıl anlatırım?



- Kolay gelsin dayı, şu resme baksana bir bunun aynısını yapabilir misin?
- Neymiş o bakayım , Rambo’nun yayı değil mi bu?
- Vay dayı nereden biliyorsun ya?
- Ohoo yiğenim bizim gençliğimiz Rambo filmleriyle geçti, ezbere bilirdik hepsini.
- Eee, ne diyorsun yapabilir misin?
- Ben yapmıştım zaten bundan iki tane.
- Yapmıştın, hem de iki tane?
- He biri kendime biri biradere. Mahallede bize Rambo kardeşler derlerdi. Rambo 3
- ‘den sonra saç uzatıp kırmızı bantla kafamızı bağlamaya başlamıştık. Birader Topkapı Esenyurt hattında çalışıyordu o zamanlar, Minibüsün üstüne kocaman “Rambo Kardeşler” yazmıştı. Hey gidi günler.
- Ne oldu şimdi o yaylara?
- Biraderinkini bilmiyorum benimkini kırıp attım. Bir gün burada arkadaşlara hava yaparken bizim çırağı şişledim yanlışlıkla, iki hafta hastanede yattı garip, ölseydi hapı yutmuştum. Ben de tövbe ettim yayı kırdım saçları da kestirdim.
- Yapacak mısın şimdi bana da bir tane?
- Yapayım da, sen ne yapacaksın bu yayı çok tehlikeli bak.
- Orasını karıştırma dayı merak etme kimseyi şişlemem.
- İyi o zaman iki gün sonra gel hazır olur.

Yayımı alıp sırtıma astıktan sonra kendimi dağlara vurup doğaya adayabilirim. Bir dere kenarına kulübe yaparım, üç evlek yer eker biçerim. Ben düğünlerden uzak huzur içinde yaşarken, yakınlarda bir köyde iki köylü arasında şöyle bir konuşma geçer:

- Yav bak ne diyeceğim, şu bizim düğüne dağdaki deliyi de çağırsak mı?
- Kimi kimi? Dağ da deli mi var?
- Var ya hani kulübede yaşıyor, çocuklarla oynuyor bazen.
- He onu mu, gelmez ki?
- Niye gelmesin lan, insan içine çıkmış olur garip biz de biraz matrak geçer güleriz.
- İyi hadi bulup çağıralım.

Ertesi günün gazetelerinde üçüncü sayfada şöyle bir haber vardır: “Falanca köyde iki köylü dere kenarında okla öldürülmüş olarak bulundu, olayın faili tek başına dağda yaşayan meczup vatandaş güvenlik güçlerine teslim oldu. Ağır tahrik var beni düğüne çağırdılar dedi”.
Peki sonra tam bir kurtuluş mümkün olur mu? Aradan yıllar yıllar geçer. Tabi bu yıllar akıl hastanesinin mahkumlar bölümünde geçer. Günün birinde hücre arkadaşım genç deli bana şöyle der: “Amca be buradan çıkınca benim nikah şahidim olur musun?” Ve yine bir üçüncü sayfa haberine konu olurum “Akıl hastanesinde yatmakta olan ihtiyar bir mahkum genç hücre arkadaşını önce yastıkla boğdu sonra da bastonuyla kafasını parçaladı, ihtiyar mahkumun bu vahşi cinayeti deli kuvvetinin de varlığını doğrulamış oldu. Cinayeti neden işlediği sorulduğun da beni öldürme planları yapıyordu ben daha önce davrandım dedi”.
Anlaşılan şu ki düğünlerden kurtuluş yok, çoğundan kaçıp, bazılarına giderek akıl sağlımızı (kaldıysa tabi) muhafaza edip durumu idare edeceğiz artık.

Hiç yorum yok: