2 Eylül 2010 Perşembe

GAZİ PAŞA'NIN SOFRASI

“Buraya gel foks” diye seslendi Gazi Paşa. Köşkün bahçesinde ağaçlar altında oturmuş sabah kahvesini içiyordu. Yaklaşan köpeğin başını okşarken Fikriye gramofona bir plak yerleştirdi. İşleyen gramofondan nihavend makamında “Kimseye etmem şikayet” şarkısı yankılanmaya başlayınca, daha önce hiç duymadığı sesten hemen etkilenen Paşa “kimin plağı bu Fikriye, kim söylüyor” diye sordu. Fikriye, “Bu plağı sizin için aldım Paşam, bu yeni muhteşem sesin sahibinin ismi Zeki Müren” diyerek yanıtladı. “Gerçekten fevkalade bir ses, muazzam bir yetenek. Tanışmayı çok isterim köşke davet edelim bu sanatkarı. Uzun süredir büyük bir sofra kurmadık, davet etmeyi düşündüğüm başka kişiler de var sazlı sözlü güzel bir akşam geçirelim.” Köşkün kapısında Ali Çavuşla bir şeyler konuşmakta olan Salih Bozok müziği ve konuşulanları duyarak masaya gelmişti. Paşa ceketinin cebinden bir kağıt çıkartarak Salih’e uzattı. “Salih bu listede ismi yazılı kişileri bu akşam yemeğe davet etmeni rica ediyorum“. Yalnız şeref konuğunu listeye eklemen gerekecek o da şu an dinlediğimiz sanatkardır. Sevinçten gözleri parlayan Salih Bozok “emredersiniz paşam çok zamandır mahzundunuz, kitaplara dalmıştınız eski günlerdeki gibi bir sofra hepimize iyi gelecektir” diyerek listeyi aldı vakit kaybetmeden telefon başına koştu.
Plağı sonuna kadar dinleyen Paşa ağır adımlarla köşke girip çalışma odasına yöneldi. Masasına oturmadan kapı vuruldu. Köşkte kütüphane görevlisi olarak yeni çalışmaya başlayan kız elinde birkaç kitapla içeri girdi. “Dün akşam istediğiniz kitapları getirdim paşam” dedi.
- Çok teşekkür ederim getir bırak şu köşeye, ismin neydi senin unutuyorum kusura bakma.
- Estağfurullah Paşam, ismim Burcu.
- Nasıl, Burcu kızım alışabildin mi yeni işine, köşke, bizlere?
- Alıştım efendim, burada sizin yanınızda olmak kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük bir saadet benim için.
- Sağ ol kızım eksik olma. Bugün Afet Hanım gelecek köşke, kendisi kütüphane ile yakından ilgilidir. Gerekli gördüğü düzenlemeleri beraber yaparsınız olur mu?
- Emriniz olur paşam.
- Senden emrim değil ancak ricam olur.
- Sağ olun paşam müsaadenizle.

Uzun bir aradan sonra yeniden büyük bir akşam yemeği daveti verileceği haberi köşkte yıldırım hızıyla yayılmış, aşçısından garsonuna komisine muhafızına kadar herkes büyük bir heyecan ve çoksuyla hazırlıklara girişmişti. Hava kararmaya başladığında davetliler birer ikişer gelmeye başladı. Gelenleri kapıda Salih Bozok karşılıyor, sofranın kurulduğu büyük salona götürüyordu. Masadaki kalabalık arttıkça bu gecenin çok renkli geçeceği belli oluyordu. Geldiği haber verilince şeref konuğu Zeki Müren’i bizzat Gazi Paşa kapıda karşıladı. Elinin öpülmesine müsaade etmeyen paşa, Genç sanatkarı alnından öptü ve ayak üstü konuşmaya başladılar.
- Bir sanatkar el öpmemelidir Zeki.
- O el sizin eliniz ise her sanatkar öpmelidir paşam lütfen müsaade edin de öpeyim.
Büyük sanatkarın isteğini kıramayan paşa elini öptürdü.
- Sağ olun paşam beni berhudar ettiniz.
- Zeki bu sabaha kadar senden haberdar eğildim ama artık en büyük hayranın benim. Sen memleketin sanat ufkundan doğan pırıl pırıl bir güneşsin.
- Paşam bu sözlerinizle beni şereflere gark ettiniz. Güneş olan sizsiniz, bizlerse ancak sizin yörüngenizde bir seyyare olabiliriz.

Zeki Müren sevinç gözyaşları içerisinde salona girerken bütün davetliler de yerlerini almıştı. İçeri girdiğinde ayağa kalkmak isteyenleri nazik bir işaretle oturtan paşa kendine ayrılan yere geçti, bütün gözler üzerindeydi. Adeti olduğu üzere paşa açılış konuşması mahiyetinde birkaç sözle lafa başladı. “Öncelikle hepinize davetime icabet ettiğiniz için yürekten teşekkür ederim. Bu akşam sizin için olduğu kadar benim için de çok farklı bir anlam taşıyor, zamanında alışılagelmiş kişilerle yapılmış yemekli toplantılara göre çok farklı yüzlerle karşı karşıyayım. Gördüğüm kadarıyla görmek isteyip de davet ettiğim herkes gelmiş. Hatta ilk davet ettiğimde gelmemiş olan Nazım Hikmet bile aramızda”.
- Az kalsın senin yerine Deniz Kızı Eftelya’yı davet edecektim Nazım.
- Bu sefer davetinizi geri çeviremezdim Paşam.
- Neden ki?
- Çünkü… Çünkü memleketimi çok özledim. Memleketim memleketim… Siz memleket demeksiniz Paşam.
- Ben de memleketimi çok özledim Nazım. Ah Selanik, ah…Yalnız ben değil Nazım, sen de, onlar da, hepiniz, hepimiz memleketiz, hepimiz bu memleketiz.

Yeniden topluluğa hitap eden paşa konuşmasını sürdürdü. “Gördüğünüz gibi aramızda pek çok müzisyen var. Bu da demek oluyor ki çok keyifli bir akşam geçireceğimizden hiç şüphe yok. Nereden başlasak ki acaba “ derken Neyzen Tevfik’e göz kırptı. Koynundan neyini çıkaran Neyzen, o kıvırcık gür saçlı başını eğdi gözlerini kapadı ve üflemeye başladı. Herkesi bir başka aleme sokan tılsımlı ney sesi salonu doldurdu. Pek çok makamda perde perde dolaşan Neyzen anlayan anlamayan ki bu sofrada anlamayan bulunmazdı, tüm ruhları okşadı. Rast taksimle üflemesini bitirdiğinde herkes kendini oturduğu yere gökten inmiş sandı.
- Nefesine, neyine sağlık Neyzen seni dinleyebilmek ne büyük bir şans.
- Sağ olun paşam, esas sizin huzurunuzda olmak ne büyük bir şans.
- Sana normal servis açmışlar Neyzen, çocuklar hemen değiştirsin. Neyzen’e bir büyük tas, rakı ve ekmek getirin hemen.
- Tez getirsinler valla paşam. Elim ayağıma dolaşıyor hala korkum geçmedi.
- Hayırdır Neyzen nedir seni korkutan?
- Sormayın paşam, beni buraya bir gelin arabasıyla getirdiler de ondan korktum.

Salondaki herkes bu cevaba kahkahalarla güldü. Değerli saz üstatlarının yanın sıra Zeki Müren’e sürekli eşlik etmek üzere bir ince saz ekibi de salonda bulunuyordu. Neyzen’in mükemmel girişine karşılık olarak Zeki Müren onun dolaştığı tüm makamlardaki nadide eselerden birer kuple arda arda okuyarak efsaneleşecek bir potbori örneği sundu. Saz ekibinin engin mahareti de bu başarıya büyük katkı sağladı. Sofradaki bu küçük topluluk büyük sanatçıyı tıklım tıklım bir konser salonundaymışçasına dakikalarca alkışladı. Alkıştan sonraki birkaç dakikalık sessizliği Adnan Menderes bozdu.
- Paşam, İsmet Paşa’yı aramızda göremiyorum, neden yoklar acaba?
- İsmet Paşa mı, o eski sofraların müdavimlerindendi, bu ise ilk defa gelen konuklarıyla yeni bir sofra.
- Anlıyorum Paşam, ama yine de keşke burada olsaydı.
- Ne yapacaktın, yoksa paşayı bana şikayet mi edecektin?
- Ne yalan söyleyeyim hazır huzurunuzdayken onu ve sizin kurduğunuz orduyu size şikayet edecektim.
- Bu şikayetin sence bir faydası, faydasını geçtim bir anlamı olur muydu?
- Bu saatten sonra olmazdı tabi ama içime oturan bu derdi kime söyleyebilirim ki sizden başka. Gerçi siz de anlamazsınız belki, sizin için bir idam normaldir zamanınızda çok adam asıldı.
- Hiç istemesem de bu konuların açılacağını biliyordum. Öyleyse birkaç söz söylemek gerekecek. İstiklal mahkemelerinden çok sayıda idam kararı çıktığı doğrudur. Ancak bir başvekil için böyle bir karar çıkmamıştır. Bir başvekil yargılanıp idama mahkum ediliyorsa öncelikle ben ne yapım da kendimi astırdım demelidir.
- Fakat paşam pek çok faydalı icraatımız oldu memleket için.
- Adnan Bey, sizin başında olduğunuz fırkanın ismi neydi?
- Demokrat Parti Paşam.
- Peki siz demokrat mıydınız, ya da ne kadar demokrattınız?
- En az sizin kadar demokrattım Paşam.
- (Paşa gülümser) Diyelim ki en az benim kadar veya benim idarede bulunduğum dönem kadar demokrattın, ki o kadar bile demokrat değildin ancak bu senin dönemin için yeterli bir seviye değildi ki Sen ve ekibin, yönetimin, yüksek bir demokrasi seviyesini benimseyip uygulasaydı sonrasında her şey çok farklı olurdu. Mesela karşında oturan delikanlı Deniz asılmazdı, yanındaki tonton çocuk anayasayı kolayca delemezdi.
Bu sırada Adanan Menderes’in yanında oturan Turgut Özal söz alır,
- Paşam, anayasayı bir kerecik delmiş olabilirim ama ben bu memleketin önünü açtım, bu memlekete çağ atlattım.
- Önünü açarken arkasını kapamayı unuttun sanki be Turgut. Çağ atlattım diyorsun, yakın çağdan sonra yoz çağ mı başladı dünyada.
Menderes ve Özal söyleyecek bir sözleri olmadığını anlayıp sustular, Özal’ın karşısında oturan Bülent Ecevit bu sefer söz aldı.
- Paşam, Adnan ve Turgut Bey’e biraz yüklendiniz ama tabi her şeyin hesabı da kendilerinden sorulamaz, onların kafasında olan politikacılarımız hiç eksik olmadı.
- Biliyorum Bülent Bey, özellikle fötrlü ile takkeliyi kast ediyorsun, ancak onlar henüz bu tarafa geçmedikleri için kendilerini davet edemedim.

Paşanın saz ekibine doğru dönmesiyle Şükrü Tunar klarnet taksimine başladı. Kulakları doldurup, zihinlerin fişini çeken bu eşsiz seda gönülleri de kanatlandırıp uçuruyordu. Taksim sonrası Zeki Müren’in “Kırmızı gülün alı var” parçasına başlamasıyla sofraya yine neşe hakim olmuştu. Paşa bir ara yanında oturan Safiye Ayla’nın kulağına eğilerek sordu.
- Ne düşünüyorsun Safiye bu yetenek hakkında?
- Paşam bu sesi iyi dinleyiniz, böyle bir sesi bir başkasından duymazsınız. Çünkü mükemmelden daha iyisi yoktur.
- Haklısın Safiye, bu yegane bir ses, eşsiz ve benzersiz.
Bu esnada Paşa’nın gözü Safiye Ayla’nın yanında oturan ve sürekli bir şeyler yazan sarışın peruklu, kırmızı rujlu, beyaz çerçeveli güneş gözlükleri takmış Aysel Gürel’e ilişti Takılmadan geçemezdi.
- Aysel ne yazıyorsun sen bakayım?
- İlahi Paşam ben ne yazabilirim tabi ki şarkı sözü. Zekiciğime güfte vereceğim o da bestelesin.
- Neşeli bir şey olsun dinleyeni ağlatamasın tamam mı?
- Emriniz başım üstüne Paşam. Yani bu püsküllü şapkanın da üstüne hahaha.

Bir kadeh kaldırma zamanının geldiğini düşünen Paşa, saz ekibinin molasını fırsat bilip ayağa kalkarak masada tam karşısında oturan Tevfik Fikret’e doğru kadehini kaldırdı
- Ey şairlerin şairi büyük üstat şerefine içiyorum.
Tevfik Fikret’de ayağa kalkıp kadehini uzattı
- Sizi yani Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa’yı görmeyi çok istemiştim, buna ömrüm vefa etmedi. Fakat siz kabrime ziyarete geldiniz bu akşam da ben size iadei ziyarete geldim.
- Sağ olun büyük üstadım, hayatta hiç karşılaşmamış olsak da üzerimde çok etkiniz oldu, tefekkürümü siz geliştirdiniz desem abartmış olmam. Bu arada Orhan Veli ve Cahit Sıtkıyı’da beraberinizde getirmenize çok sevindim, beni affetsinler onları davet etmeyi unutmuştum.
- Bu çocuklar çok vefalılar, sağ olsunlar ziyaretime gelmişlerdi ben de aldım buraya getirdim.
- Ne güzel bir sofra, ne çok edebiyatçı var aramızda. (Paşa Sabahattin Ali’ye doğru dönerek) Sabahattin ama sen çok küskün duruyorsun. Acaba Zeki Müren’den “Aldırma Gönül” parçasını rica etsem gönlünü alabilir miyim?
- Gönlüm hep sizindir Paşam, Nazım “memleketimi özledim” dedi, bana memleketimi bile özlettirmediler, yine de küskün değilim küsmedim, küsemedim ne size, ne memlekete.

Aldırma Gönülü’ü okumaya başlayan Zeki Müren’e önce Barış Manço eşlik etmeye başladı ardından tüm masa. Her gönlün aldırmaması gereken bir şeyler olduğu için sofradaki herkes parçayı canı gönülden söyledi. Ardından Ercüment Batanay yayını tamburla beraber gönül tellerinden de çekerek bir taksim geçti. Zeki Müren Yemen Türküsü’yle gözleri buğulandırdı. Ve paşanın gözleri bir çift yeşil göze takıldı.
- Oğuz Bey meşhur romanınızı okudum. Fikriye, Burcu kızıma söyle kütüphaneden bulup getirsin.
- Çok sevindim paşam, başlayanlar genelde bitirememekten şikayet ediyorlar.
- (Roman gelir) Şuna bak maşallah tutunamayan birinin tutunmaya çalışırken duvardan söküp çıkarttığı bir tuğla gibi.
- Alışılmışın dışında bir şey yapmaya çalıştım Paşam.
- Başarmışsın da. Üstelik bir mühendisin böylesine önemli bir edebi eser ortaya koyması çok güzel. Bana Dostoveski’yi hatırlattın.
- Kendisi en beğendiğim Rus yazarlardandır.

Paşa bakışlarını Oğuz Atay’ın yanında oturan Sait Faik’e çevirir.
- Sait adadan mı geliyorsun?
- Evet paşam artık dört mevsim oradayım.
- Ohh Ne güzel, geleceğim bir gün ziyaretine.
- Her zaman beklerim paşam, şeref verirsiniz.
- Sait sen bu gecenin öyküsünü yazarsın herhalde.
- Ben değil de sanırım kapıda ki muhafız yazacak
- Nasıl yani, o niye yazıyor?
- Bilemiyorum paşam, içeri girerken dikkat ettim muhafızlardan biri sürekli not tutup gülüyordu.
- (Paşa yanında bekleyen Ali Çavuş’a döner) çağır gelsin bakayım şu muhafız içeri.
- Hangisini Paşam uzun olanı mı yoksa kısa olan mı çağırayım?
- (Sait Faik) Kısa olanı çağır.

Ali Çavuş kısa olanı çağırımasına rağmen birbirlerinden hiç ayrılamayan bu iki muhafız birlikte içeri girerler, paşaya tekmil vererek önünde esas duruşa geçerler. Kısa muhafızın pantolonunun arka cebinden not defterinin ucu görünmektedir.
- Sürekli not alıyormuşsun sen, ver bakayım defterini.
- Bu ne biçim yazı, sen hala eski Türkçe mi yazıyorsun, yoksa eskiyle yeninin karışımı bir yazın mı var? Okuyamıyorum sen söyle ne yazıyorsun?
- Gördükleri mi yazıyorum Paşam.
- Niye gazeteci misin sen?
- Yok Paşam öylesine yazıyorum anı olsun diye.
- Öylesine yazma, öykü yaz ki bir işe yarasın.
- İzniniz olursa seve seve Paşam.
- Köşkümün muhafızı öykü yazmak istedikten sonra iznin lafı mı olur.

2 yorum:

tahirius dedi ki...

Gazi Paşa uzun muhafızı çağırmadı mı? Nasıl olur, kısanın arkasından o da girmeliydi, bu muhafızlar birbirinden pek ayrılmaz da :))

tatli kasigi dedi ki...

Doğru söylüyorsun ayrılmamaları gerekir, hemen düzeltiyorum o kısmı :))