Dört katlı, her katında bir daire olan apartmanın en üst katındaki evlerinden taşınıyorlardı. Babasının tayini nedeniyle uzakta olmayan çok daha büyük bir kasabaya gidiyorlardı. Eşyalar kamyona yüklenirken oturdukları apartmanın karşısındaki okulunun bahçesinde son bir kez dolaşmaya gitti. Kasabada bulundukları beş seneden uzun bir süredir bu bahçe onun neredeyse yegane oyun alanı olmuştu. Öğrenim hayatına da iki sene önce bahçesinde oyunlar oynadığı bu okulda başlamıştı. Kayıt olduğu günü çok iyi hatırlıyordu. Okulların açılmasına on beş yirmi gün kala annesiyle beraber müdürün odasına gitmişlerdi. Herhalde binaya da ilk defa bu nedenle girmişti. Kasabanın lisesinde öğretmen olan annesini müdür ve müdür yardımcısı tanıyorlardı. Kayıt işlemi sırasında müdür, onlarla aynı apartmanda oturan emekli albayın oğlu sandığı bir çocuğun yaramazlıklarından şikayet ediyordu. Topçu olduğu için kulakları ağır işiten emekli albay ve karısı yalnız yaşıyorlardı, sakin bir emeklilik geçirmek için bu küçük şirin kasabaya yerleşmişlerdi. Çocukları yoktu varsa bile evden ayrılacak kadar büyük olmalıydılar. Müdürün yaptığı hatayı müdür yardımcısı “Sözünü ettiğiniz çocuk hocanımın büyük oğludur” diyerek düzeltti. Gözleri büyüyen müdür “Umarım bu çocuk abisi kadar yaramaz değildir” dedi.
Birinci sınıfa öğlenci olarak kayıt edilmişti, ilk günü onu okula annesi ve abisi götürmüştü, kara önlüğünü giymiş, beyaz yakasını takmıştı. Ağlayan bir sürü çocuk ve onları teselli eden anneleri acayip ve biraz da korkutucu görünmüştü. Ağlamamak için kendisini tuttu, abisi okul numarasını öğrenmişti bir yerlerden, “Numaran 412 sakın unutma” dedi. Böyle daha çok numaralar alacaktı. Annesi ve abisi fazla oyalanmadan kendi okullarına gittiler, yalnız kaldığında da ağlamadı, bir sıraya oturdu ve günün bitmesini bekledi. Her gördüğünde heyecanlandığı güzel kız da bu okula başlamıştı ama sabahçı olarak. Bunu öğrendiğinde öğlenci olarak başladığına üzüldü. İlk günler evde sürekli sorduğu bir soru vardı: “Sence bugün okula gitsem mi?” Evdekilerin bu soruya pek kulak astıkları yoktu, “Biz gidiyoruz sen istersen otur” diyorlardı. Ders zili çalar çalmaz istemeyerek de olsa merdivenlerden koşarak iner okula girerdi. Bu isteksizlik zamanla geçti, okula alıştı, arkadaşlar edindi, özellikle bahar geldiğinde okula gitmekten nerdeyse keyif bile almaya başladı. Çok sevdiği sarışın mavi gözlü bir arkadaşı vardı, tenefüslerde kollarını birbirlerinin omzuna atarak bahçede dolaşıp konuşurlardı, okulu keyifli yapan şeylerden biri de bu tenefüs gezmeleriydi.
Bir sonbaharda geldikleri kasabadan yine ıslak bir sonbahar sabahı ayrılmak üzereydiler. Fazla vaktinin kalmadığının farkında olan çocuk bahçedeki eski okul binasına doğru yürüdü. Okulun büyükçe bahçesi, üç taraftan sokaklarla, bir taraftan da yüksek bir duvar ve arkasındaki evlerle çevrelenmişti. Eski ve yeni okul binaları birbirlerine dik, bahçe duvarlarına paralel olarak yerleşmişlerdi. Arka kaypa yakın kısımda ise küçük kantin ve kooperatif binası vardı. Bahçede çift kale maç yapmaya uygun bir çok yer vardı, kaleler de genellikle duvar önleri veya iki ağacın arası oluyordu. Eski binanın merdivenlerinin yanındaki boşlukta maç yaptıkları bir tatil günü sabahını hatırladı. Duvar önündeki kalede kaleciydi, maç yeni başlamıştı, ufak plastik kırmız bir topla oynuyorlardı. Baştan beri gözüne garip görünen topu kaleye atılan ilk şutta uzanıp çıkardı. Çıkarmıştı ama top gülle gibiydi, eli de duvara yapışmıştı, o zaman bunun inmiş bir plastik top değil de bir basketbol topunun şamreli olduğunu anlamıştı, ayağıyla vururken de bileği çıkacaktı nerdeyse. Binanın sarı boyalı penceresiz yan duvarına bakınca yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Bir yaz, abisi kardeş şehirlerarası bir tur organizasyonuyla Berlin’e gitmişti. Dönüşte getirdikleri arasında bir de bumerang vardı. Bir insan yurt dışından neden bumerang getirir, muhtemelen satın alınmış bir şey değildi birisi tarafından verilmiş olmalıydı. Bumerangı herkes gibi televizyondan yani filmlerden biliyordu çocuk ve filmlerde bir bumerang atıldığında döner dolanır atan kişiye geri dönerdi, bumerangın başka türlü hareket etmesi düşünülemezdi. Bunu hemen test etmeye karar veren çocuk mavi plastik bumerangı kapar kapmaz okulun bahçesine koşmuştu. Bahçenin ortasından eski binaya doğru fırlattığı bumerang hiç de filmlerdeki gibi gitmedi, duvara çarptı ve kırıldı. Sandığı gibi kendisine kimse kızmadı, bize yabancı olan bu objeyi kimsenin mal sayıp kıymet vermemesine sevinmişti.
Eski binanın yanından yeni binanın girişine doğru yürüdü, Atatürk büstünün önünde durdu. Yüksek mermer kaideli siyah büstün önünde hazır olda durduğu bir fotoğrafı vardı. Geçen sene Şubat tatilinde bir fotoğraf makinesi almak istemişti. Karne harçlıklarıyla kasabadaki birkaç fotoğrafçının birinden tek kullanımlık bir makine almışlardı abisiyle. Sonra kasabayı sokak sokak gezip beğendikleri arabaların yanında birbirlerinin fotoğraflarını çekmişlerdi. Kendi sokaklarında ve okul bahçesinde de birkaç fotoğraf çekip filmi bitirmişlerdi. Büstün önündeki fotoğrafta işte bu makineyle çekilmişti, bunu ve diğer bütün fotoğrafları itinayla albümüne yapıştırmıştı. Evdeki diğer albümlerden heveslenip bir albüm aldırmıştı kendisine. Bütün eşyalar gibi bu albüm de şimdi kolilerin birindeydi. Taşınma zamanı yaklaşınca çevre bakkallardan bir çok koli toplamıştı, ufak bir tanesine kendi eşyalarını yerleştirip bantlamıştı. Bu işi biraz erken yaptığı için koliye bir şeyler koymak veya içinden bir şeyler almak için pek çok kez bandı yırtıp tekrar yapıştırmıştı.
Büstün önünden arka kapıya yakın olan kantin binasına ilerledi, sonra dönüp yeni binaya, sınıfının pencerelerine baktı. İkinci sınıfta, okulun kapanmasına yakın bir günü anımsadı, sınıfta şiir okuyordu. Ders kitaplarında veya dergilerde olan bir şiir değildi bu. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Çoban Çeşmesi” şiiriydi. Evdeki, ciltlerini çok sevdiği “Türk Klasikleri” isimli kitapların 7. cildinden ezberlemişti bunu. “Han Duvarları” şiirinin içinde geçen dörtlükleri de ezberlemişti. Bu şiirleri okula gitmeden önce babası okuyordu ona, okuma yazma öğrenince kendi okumaya başlamıştı. Kafiyelerini çok seviyordu şiirlerin, şiirin bir ahenk işi olduğunu, bu ahengi yakalamak için kefiyenin şart olmadığını o zamanlar bilmiyordu. Ziya Gökalp’in “Alageyik” şiiri de sevdiği şiirlerdendi, “Çocuktum ufacıktım, top oynadım acıktım” dizesiyle başlayan bu şiir, sürekli top oynayan çocuğu etkilemişti. “Açtım bir elmas oda dev şahını uykuda buldum kestim başını” diye bir bölümü okurken, elmas odayı elma soda olarak okuyordu ve bunun gazoz gibi bir şey olduğunu düşünüyordu, meyveli sodalar çok sonraları çıkacaktı.
Sınıfta şiir okuduğu gün tesadüf eseri üst sınıflardan birinin öğretmeni de onların sınıfındaydı. Şiiri bitirdiği zaman bu öğretmen sınıfın öğretmenine “yılsonu programı için bu çocuğu istiyorum” dedi. Okullar yakında kapanacak ve öğrenciler bir yılsonu etkinliği düzenleyecekti, çoğunlukla üst sınıfların görev aldığı bu etkinlikte arada bir yerde çıkıp bu şiiri okuyacaktı. Yılsonu gecesi bir cumartesi akşamı günü yapılacaktı, o gün geldiğinde her zamanki gibi erkenden uyandı. Akşama daha çok zaman vardı ve vakit geçirmenin en iyi yolu tabi ki top oynamaktı. Bütün gün bir gol kralının bir sezonda attığı gol kadar gol attı, televizyondan öğrendiği az bilinen bir takımın tanınmayan bir futbolcusunun adını yakıştırmıştı kendisine. Akşam olduğunda eve gitti, annesi ona abisinin bir gömleğini giydirdi, babasının bir kravatını da boyuna göre bağladı, ilk defa kravat takıyordu, bu ona garip gelmişti. Doğru okulun bahçesine gitti, kantinin önüne sahne kurulmuş, sahnenin önüne de sıra sıra tahta sandalyeler dizilmişti, sokak düğünlerindeki gibi her tarafa ampuller asılmıştı. Kantin binasındaki bir bölüm kulis olarak kullanılıyordu, sırasını beklemek için oraya gitti. Etrafta koşuşturan bir sürü öğretmen ve öğrenci vardı, tanıdığı pek kimse yoktu, öğrenciler genellikle büyük sınıflardandı. Sonra o güzel kızı gördü, ve yine heyecanlandı, iri maviş gözleriyle çok hoş bakıyordu, o da bir gösteride görevliydi herhalde. Sırası geldiğinde sahneye koşarak çıktı, zaten elma yanaklıydı, şimdi kulaklarına kadar kızarmıştı. Ön sıradaki birkaç komşuyu hemen tanıdı. Bir yerde biraz tekleyerek şiiri okudu, selamını verdi, alkışını aldı içeri geri döndü.
Gitme vakti gelmiş olmalıydı. Bahçe duvarının üzerine çıkıp sokağa doğru yürümeye başladı, bir sefer bu duvarın üzerinde yalnız başına otururken dengesini kaybedip düşmüş kafasını asfalta çarpmıştı. Kafası yarılmamıştı ama çok ağrımıştı, taş kafalı olmanın faydasını ilk defa görüyordu. Annesi beyin kanaması geçirecek diye baya endişe etmişti. Sokağa geldiğinde eşyaların yüklenme işi bitmişti. Küçük arabalarına bindiler, kamyonun önüne düşüp yeni kasabaya, yeni evlerine doğru yola çıktılar.
Birinci sınıfa öğlenci olarak kayıt edilmişti, ilk günü onu okula annesi ve abisi götürmüştü, kara önlüğünü giymiş, beyaz yakasını takmıştı. Ağlayan bir sürü çocuk ve onları teselli eden anneleri acayip ve biraz da korkutucu görünmüştü. Ağlamamak için kendisini tuttu, abisi okul numarasını öğrenmişti bir yerlerden, “Numaran 412 sakın unutma” dedi. Böyle daha çok numaralar alacaktı. Annesi ve abisi fazla oyalanmadan kendi okullarına gittiler, yalnız kaldığında da ağlamadı, bir sıraya oturdu ve günün bitmesini bekledi. Her gördüğünde heyecanlandığı güzel kız da bu okula başlamıştı ama sabahçı olarak. Bunu öğrendiğinde öğlenci olarak başladığına üzüldü. İlk günler evde sürekli sorduğu bir soru vardı: “Sence bugün okula gitsem mi?” Evdekilerin bu soruya pek kulak astıkları yoktu, “Biz gidiyoruz sen istersen otur” diyorlardı. Ders zili çalar çalmaz istemeyerek de olsa merdivenlerden koşarak iner okula girerdi. Bu isteksizlik zamanla geçti, okula alıştı, arkadaşlar edindi, özellikle bahar geldiğinde okula gitmekten nerdeyse keyif bile almaya başladı. Çok sevdiği sarışın mavi gözlü bir arkadaşı vardı, tenefüslerde kollarını birbirlerinin omzuna atarak bahçede dolaşıp konuşurlardı, okulu keyifli yapan şeylerden biri de bu tenefüs gezmeleriydi.
Bir sonbaharda geldikleri kasabadan yine ıslak bir sonbahar sabahı ayrılmak üzereydiler. Fazla vaktinin kalmadığının farkında olan çocuk bahçedeki eski okul binasına doğru yürüdü. Okulun büyükçe bahçesi, üç taraftan sokaklarla, bir taraftan da yüksek bir duvar ve arkasındaki evlerle çevrelenmişti. Eski ve yeni okul binaları birbirlerine dik, bahçe duvarlarına paralel olarak yerleşmişlerdi. Arka kaypa yakın kısımda ise küçük kantin ve kooperatif binası vardı. Bahçede çift kale maç yapmaya uygun bir çok yer vardı, kaleler de genellikle duvar önleri veya iki ağacın arası oluyordu. Eski binanın merdivenlerinin yanındaki boşlukta maç yaptıkları bir tatil günü sabahını hatırladı. Duvar önündeki kalede kaleciydi, maç yeni başlamıştı, ufak plastik kırmız bir topla oynuyorlardı. Baştan beri gözüne garip görünen topu kaleye atılan ilk şutta uzanıp çıkardı. Çıkarmıştı ama top gülle gibiydi, eli de duvara yapışmıştı, o zaman bunun inmiş bir plastik top değil de bir basketbol topunun şamreli olduğunu anlamıştı, ayağıyla vururken de bileği çıkacaktı nerdeyse. Binanın sarı boyalı penceresiz yan duvarına bakınca yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Bir yaz, abisi kardeş şehirlerarası bir tur organizasyonuyla Berlin’e gitmişti. Dönüşte getirdikleri arasında bir de bumerang vardı. Bir insan yurt dışından neden bumerang getirir, muhtemelen satın alınmış bir şey değildi birisi tarafından verilmiş olmalıydı. Bumerangı herkes gibi televizyondan yani filmlerden biliyordu çocuk ve filmlerde bir bumerang atıldığında döner dolanır atan kişiye geri dönerdi, bumerangın başka türlü hareket etmesi düşünülemezdi. Bunu hemen test etmeye karar veren çocuk mavi plastik bumerangı kapar kapmaz okulun bahçesine koşmuştu. Bahçenin ortasından eski binaya doğru fırlattığı bumerang hiç de filmlerdeki gibi gitmedi, duvara çarptı ve kırıldı. Sandığı gibi kendisine kimse kızmadı, bize yabancı olan bu objeyi kimsenin mal sayıp kıymet vermemesine sevinmişti.
Eski binanın yanından yeni binanın girişine doğru yürüdü, Atatürk büstünün önünde durdu. Yüksek mermer kaideli siyah büstün önünde hazır olda durduğu bir fotoğrafı vardı. Geçen sene Şubat tatilinde bir fotoğraf makinesi almak istemişti. Karne harçlıklarıyla kasabadaki birkaç fotoğrafçının birinden tek kullanımlık bir makine almışlardı abisiyle. Sonra kasabayı sokak sokak gezip beğendikleri arabaların yanında birbirlerinin fotoğraflarını çekmişlerdi. Kendi sokaklarında ve okul bahçesinde de birkaç fotoğraf çekip filmi bitirmişlerdi. Büstün önündeki fotoğrafta işte bu makineyle çekilmişti, bunu ve diğer bütün fotoğrafları itinayla albümüne yapıştırmıştı. Evdeki diğer albümlerden heveslenip bir albüm aldırmıştı kendisine. Bütün eşyalar gibi bu albüm de şimdi kolilerin birindeydi. Taşınma zamanı yaklaşınca çevre bakkallardan bir çok koli toplamıştı, ufak bir tanesine kendi eşyalarını yerleştirip bantlamıştı. Bu işi biraz erken yaptığı için koliye bir şeyler koymak veya içinden bir şeyler almak için pek çok kez bandı yırtıp tekrar yapıştırmıştı.
Büstün önünden arka kapıya yakın olan kantin binasına ilerledi, sonra dönüp yeni binaya, sınıfının pencerelerine baktı. İkinci sınıfta, okulun kapanmasına yakın bir günü anımsadı, sınıfta şiir okuyordu. Ders kitaplarında veya dergilerde olan bir şiir değildi bu. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Çoban Çeşmesi” şiiriydi. Evdeki, ciltlerini çok sevdiği “Türk Klasikleri” isimli kitapların 7. cildinden ezberlemişti bunu. “Han Duvarları” şiirinin içinde geçen dörtlükleri de ezberlemişti. Bu şiirleri okula gitmeden önce babası okuyordu ona, okuma yazma öğrenince kendi okumaya başlamıştı. Kafiyelerini çok seviyordu şiirlerin, şiirin bir ahenk işi olduğunu, bu ahengi yakalamak için kefiyenin şart olmadığını o zamanlar bilmiyordu. Ziya Gökalp’in “Alageyik” şiiri de sevdiği şiirlerdendi, “Çocuktum ufacıktım, top oynadım acıktım” dizesiyle başlayan bu şiir, sürekli top oynayan çocuğu etkilemişti. “Açtım bir elmas oda dev şahını uykuda buldum kestim başını” diye bir bölümü okurken, elmas odayı elma soda olarak okuyordu ve bunun gazoz gibi bir şey olduğunu düşünüyordu, meyveli sodalar çok sonraları çıkacaktı.
Sınıfta şiir okuduğu gün tesadüf eseri üst sınıflardan birinin öğretmeni de onların sınıfındaydı. Şiiri bitirdiği zaman bu öğretmen sınıfın öğretmenine “yılsonu programı için bu çocuğu istiyorum” dedi. Okullar yakında kapanacak ve öğrenciler bir yılsonu etkinliği düzenleyecekti, çoğunlukla üst sınıfların görev aldığı bu etkinlikte arada bir yerde çıkıp bu şiiri okuyacaktı. Yılsonu gecesi bir cumartesi akşamı günü yapılacaktı, o gün geldiğinde her zamanki gibi erkenden uyandı. Akşama daha çok zaman vardı ve vakit geçirmenin en iyi yolu tabi ki top oynamaktı. Bütün gün bir gol kralının bir sezonda attığı gol kadar gol attı, televizyondan öğrendiği az bilinen bir takımın tanınmayan bir futbolcusunun adını yakıştırmıştı kendisine. Akşam olduğunda eve gitti, annesi ona abisinin bir gömleğini giydirdi, babasının bir kravatını da boyuna göre bağladı, ilk defa kravat takıyordu, bu ona garip gelmişti. Doğru okulun bahçesine gitti, kantinin önüne sahne kurulmuş, sahnenin önüne de sıra sıra tahta sandalyeler dizilmişti, sokak düğünlerindeki gibi her tarafa ampuller asılmıştı. Kantin binasındaki bir bölüm kulis olarak kullanılıyordu, sırasını beklemek için oraya gitti. Etrafta koşuşturan bir sürü öğretmen ve öğrenci vardı, tanıdığı pek kimse yoktu, öğrenciler genellikle büyük sınıflardandı. Sonra o güzel kızı gördü, ve yine heyecanlandı, iri maviş gözleriyle çok hoş bakıyordu, o da bir gösteride görevliydi herhalde. Sırası geldiğinde sahneye koşarak çıktı, zaten elma yanaklıydı, şimdi kulaklarına kadar kızarmıştı. Ön sıradaki birkaç komşuyu hemen tanıdı. Bir yerde biraz tekleyerek şiiri okudu, selamını verdi, alkışını aldı içeri geri döndü.
Gitme vakti gelmiş olmalıydı. Bahçe duvarının üzerine çıkıp sokağa doğru yürümeye başladı, bir sefer bu duvarın üzerinde yalnız başına otururken dengesini kaybedip düşmüş kafasını asfalta çarpmıştı. Kafası yarılmamıştı ama çok ağrımıştı, taş kafalı olmanın faydasını ilk defa görüyordu. Annesi beyin kanaması geçirecek diye baya endişe etmişti. Sokağa geldiğinde eşyaların yüklenme işi bitmişti. Küçük arabalarına bindiler, kamyonun önüne düşüp yeni kasabaya, yeni evlerine doğru yola çıktılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder