14 Mayıs 2009 Perşembe

ANKARA BİR KABUS MUYDU?

Kapı çaldığında saat gece yarısına yaklaşıyordu ve yatmak üzereydim. Evdekiler yatmıştı, “bu saatte kim ne istiyor “ diyerek kapıyı açtım. Gösterdiği kimlikle kendini tanıtan genç sivil polis beni aradığını söyledi.
- Aradığınız kişi benim hayırdır memur bey?
- Askeri mahkemeden ifadenize başvurulmak üzere size on tane tebligat çıkartılmış ama hiç biri için gitmemişsiniz.
- On tane mi? Askerden geldikten sonra iki kez tebligat geldi, ikisi için de gidip ifade verdim. Daha sonra tebligat falan gelmedi.
- Size de mi? Allah Allah. Gelmiş olmalıydı.
- Gelmiş olsa niye gitmeyeyim. Size de mi derken?
- Neyse orasını bilemeyeceğim artık.
- Ben yarın gider Selimiye’deki askeri mahkemeye sorarım, daha önce oraya gitmiştim.
- Yarın olmaz, benimle gelmeniz gerekiyor.
- Nasıl yani, emniyette sabahlatıp siz mi götüreceksiniz?
- Hayır sizi davaların görüldüğü yere yani Ankara’ya götürme emri aldık.
- Yok artık, olur mu öyle şey canım.
- Biz de ilk defa karşılaşıyoruz, on tebligata da itibar etmiyorlarsa buraya getirilsinler dediler herhalde.
- Hay Allah, nasıl bir iştir bu.
- Ankara’ya yalnız gitmiyorsunuz, buraya gelmeden önce arkadaşınızı da aldık, o da kendisine hiç tebligat gelmediğini söyledi.
- Bakın ona da gelmediğine göre bu işte bir yanlışlık var. Hem Ankara’ya götürülmek ne demek oluyor, nerede yaşıyoruz Allah aşkına.
- Beyefendi, lütfen üzerinizi değişin de çıkalım, sabaha sizi Kara Kuvvetleri Askeri Mahkemesine yetiştirmemiz gerekiyor.
- Lanet olsun ya, şu askeriye düşmedi gitti yakamızdan, tamam şimdi geliyorum.

Evdekileri uyandırıp, durumu aceleyle anlattım, üzerimi değiştirdim ve memur beyle beraber çıktık. Araçta şoför mahallinde bir başka sivil polisle arkada çavuş oturuyordu, memur bey öne, ben çavuşun yanına oturdum.
- Ooo Çavuş, arayı baya açmıştık, nasılsında nasılsın?
- Eyiyim de eyiyim. Ben seni arayıp haber verecektim, arkadaşlar sağ olsunlar arattırmadılar.
- Nasıl olur bu iş ben anlamadım? Senin bir fikrin var mı?
- Yok valla, ben de anlamadım ama beresi şirinlerinkine benzeyen ibneden şüpheleniyorum.
- Hee olabiler valla. Bölükçü denen şerefsizin başının altından çıkmıştır bu iş kesin.
- Gittiğimiz de anlarız sebebini artık. Vay be Ankara’ya hayatta gitmem diye yemin etmiştim şansa bak. Çavuş, Etnografya Müzesi bizi çağırdı herhalde, oraya gidememiştik bir türlü.
- Pardon lafınızı kesiyorum, siz askerde ne yapıyordunuz ki hakkınızda bu kadar çok tanıklık tebligatı çıkartılmış.
- Kısaca şöyle özetleyeyim memur bey, biz nizamiye çavuşlarıydık ve zaman zaman askerlerin üzerinde sakıncalı şeyler yakalıyorduk.
- Ne gibi?
- Çoğunlukla cep telefonu gibi.
- Eee?
- E si tutanakla bunlar alınıyordu ve bazı askerlere bu nedenle dava açılmıştı. Bizde bu davalarda tanık olarak dinleniyorduk. Tebligatların arkası kesilince yeni davalar açılmadı herhalde biz de yırttık artık diye sevinmiştik. Erken sevinmişiz.
- Neyse hayırlısıyla sizi götürelim de orda düzelir her şey.
- Umarız. Memur bey, biz çavuşla sürekli konuşuruz sizin için bir sakıncası olur mu? Kafanızı şişirmeyelim.
- Yok yok olmaz biz de uyumamış oluruz bu sayede he he.

İçimizde bulunduğumuz durumla ilgili olarak daha fazla konuşmak istemediğimizden konuyu her zaman olduğu gibi otomobillerden açtık. Motor, şanzıman, triger, valf, buji, silindir, çap, strok, tork, üst kapak, blok, beygir, benzin, dizel, oktan, setan diyor bir mevzudan diğerine geçerken aynı anda kafa sallayıp “en iyisi Japonlar”, “Japonların üstüne yok” cümlelerini milyonuncu kez tekrarlıyoruz. Bu otomobil muhabbeti hiç bitmez, günlerce haftalarca konuşabiliriz. Arada başka konulara geçsek de bunu farkında olmadan yaparız ve dönüp dolaşıp otomobillere geri döneriz. İşte bu şekilde farkında olmadan geçtiğimiz bir konu havacılık oldu. Çok zor olmamıştır muhtemelen, otomobillerden uçaklara bir şekilde geçilebilir. Yine başlıyoruz, Boeing, Airbus, kuyruk, kanat, jet, pervane, turboprob, arada bir helikopterlere de değiniyoruz. Gördüklerimize, duyduklarımıza, bilgi ve yorumlarımızı ekliyoruz, anlamadıklarımızı anlamaya, birbirimize açıklamaya çalışıyoruz. Rolantide bir beyin fırtınası durumunun sürekli mevcut olduğunu söylemeye gerek yok. Zaman zaman fırtınanın hızını arttırıyoruz tabi ki. Nasıl olduysa konu Osmanlı Tarihine geliyor, İttihat ve Terakki’den o zamanki İstanbul’dan konuşuyoruz. Konu buraya nasıl geldi tam hatırlamıyorum, II.Dünya Savaşı uçaklarıyla ilgili konuşurken oradan I. Dünya Savaşı uçaklarına geçtik sanırım. Buraya kadar gelince de Osmanlıya geçmek zor olmamıştır. Arabayı kullanan ve önde oturan polis hiç konuşmadan bizi dinliyorlardı. Bir tanesi sıkılmış olacak ki konuşmaya başladı.
- Pardon bir şey sormak istiyorum.
- Buyurun memur mey.
- Çok merak ettim de. Siz otomobil tamircisi misiniz, pilot musunuz, yoksa tarih öğretmeni misiniz?
- Hiç birisi değiliz.
- O zaman siz entelsiniz.
- Hahahhahahaha
- Elbette, bizi apar topar almasaydınız çavuş ipek fularını ben de tel çerçeveli yuvarlak gözlüğümü unutmayacaktık. Hahaha.

Sabaha karşı Ankara’ya varıyoruz, Bizi Kara Kuvvetlerine teslim etmeden önce polisleri bir kahvaltı için ikna ediyoruz. Orada ne kadar kalacağımız belli değil, askerde de çok aç kaldığımızı hesaba katarsak, aç gitmek hiç akıl karı değil. Mesainin başlamasına iki saat kala nizamiye nöbetçi amirine teslim ediliyoruz ve bir köşede beklemeye başlıyoruz. Nöbetçi amir bizimle konuşmuyor, uzaktan pis pis bakıyor. Neyse ki tankçı değil, hemen hakkında kötü düşünmeye gerek yok. Gececi çavuşu yanına çağırdı, bizi göz önünden ayırmamasını söylüyor olmalı. Gececi çavuş yanımıza geliyor, tıfıl bir kısa dönem. Durumu anlatıyoruz vah vah çekiyor. Biz de onun için vah vahlanıyoruz, daha tezkereye iki buçuk ay varmış, bir de izin kullanmış şapşal. Halinden hep şikayet ediyor, askerliğe sövüp sayıyor. Nöbet tutuyor musun diye soruyoruz. Çavuşlar burada nöbet tutmuyorlarmış. Nöbet defterimi getirseydim de ağlasaydı. Biz dört yüz saatten fazla nöbet tuttuk diyoruz, saygı nöbetlerinin sözünü bile etmiyoruz gözleri büyüyor, beterin beteri varmış halime bin şükür öyleyse diyor. Beterin beteri vardır, Etimesgut’un muhafızının beteri yoktur.
Mesainin başlamasına yakın bir askerle bizi mahkeme binasına gönderiyorlar. Girişteki görevli asker daha uyanamamış bize garip garip bakıyor.
- Tertip sana iki eski poşet getirdim, al bunlar da evrakları.
- (Eski poşet ha!) Bizi getirdiğin için sağ olasın büyük boy çöp torbası kardeşim. Dur bir şafak alayım. Şllaakk. Maşallah sende de baya büyük kulak varmış, şafağın bitmez senin.
- Tövbe, tövbe delimidir nedir?
- Ne oldu zoruna mı gitti hahaha.

Bekleyişimiz bir süre de mahkeme binasında devam ediyor, askerdeyken birkaç sefer geldiğimiz bu binayı hiç sevmiyoruz. Basık dar koridorları, küçük odalarıyla lanet bir yer. Buradan çıkacağımız zaman da meçhul olduğundan iyice ruhumuz daralıyor. Memurlar işe başladığında şu bizim tebligatların da sırrı çözülüyor. Meğerse hiç birisi postaya verilmemiş, neden postaya verilmediğini kimse bilmiyor. Ankara’ya getirilmemize sebep olan hakim yüzbaşı da özür diliyor, ifadelerimizi verip, tutanaklardaki imzaların bize ait olduğunu onaylıyoruz. Öğlene doğru bütün işimiz bitiyor artık serbestiz. Gececi çavuşa selam bırakıp
nizamiyeden çıkıyoruz.
- Ne yapalım çavuş? Akrabaları arayacak mısın?
- Yok, gerek de yok zaman da. Hemen dönsek mi?
- Bugün öldü zaten, yapamadığımız birkaç işi yapalım, hem bir zamanlar çıktığımız çarşıları yad etmiş oluruz.
- Olar, hadi gidelim.

Bir taksiye atlayıp doğru Kızılay’a gidiyoruz, Güven Parktaki tablacıdan Djarum alıyoruz. Düveroğlu’nun şahane iskenderini mideye indirirken, başımıza gelen bu talihsiz olayın siniri de dağılıyor. Hele Kocatepe Kahveevi’nde orta şekerli koyu Türk kahvesi içerken birer de Djarum yakıyoruz ki, karanfil kokusu keyfimizi iyice gıcırlaştırıyor.
- Buradan nereye gidelim çavuş?
- Şu Etnografya Müzesini gezmeden dönersek sanırım buraya yine getirileceğiz.
- Gidip orayı da listeye ekleyelim o zaman.
- Akşam üstü Sakarya Caddesi’ne dönelim mi?
- Dönelim anasını satayım, onu da çıkaralım aradan.

Müzeyi sindire sindire, yavaş yavaş geziyoruz. İlk meclisi gezdiğimiz zamanki gibi kimse “biraz acele edin, temizlik yapacağız” demediği için kafamıza göre dolaşıyoruz.
- Bu gezdiğimiz kaçıncı müze oldu çavuş?
- Bilmem, saymadım, saymayalım böyle şeyleri saymak akıl hastalığı belirtisiymiş.
- Hadi ya, desene ben yılları, ayları günleri saya saya kafayı sıyırdım.

Müzeden çıktığımızda son bir görev bizi bekliyor; Sakarya Caddesi’nde bir yerde iki duble rakı içmek. Gözümüze kestirdiğimiz hoş bir yerde bu görevi de ifa ediyoruz.
- Çavuş, çiftlik kaldı gitmediğimiz ama oraya da bugün gidemezdik.
- Bizim yolumuz yine düşer buraya nasıl olsa, bir daha ki sefere gideriz.
- Askerde bir damla içmemiştik buraya geldiğimiz iyi oldu.
- Bir daha yolumuz düşerse burada daha uzun oturur, sofranın hakkını veririz.
- Evet vakit daraldı yavaştan gidelim, yolumuz uzun.
……………………………………..
- Şu an Ankara’da olunabilecek en güzel yerdeyiz değil mi çavuş ?
- Evet, AŞTİ’de İstanbul’a kalkmak üzere olan bir otobüsteyiz.
- Ne mutlu bize, öyleyse özgürlük marşımızı söyleyelim.

Bir eski resim duvarda
Belki Beti belki Pola
Markiz'de oturmuş sakin
Seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla
Günlerden güz mevsim sepya
Bir tüy kalemle çizilmiş bekler
Bir hayat daha olmalı der gibi
Kahverengi tonlarda uykularda
Ah bu ne sevgi bu ne ıstırap
Bu şarkıyla gönlüm ne harap
Al al olmuş gül yanaklarınız
Bu mahçup nazlı bu eda bu hal
Bir mısra gibi ağzınız
Dillenmemiş dinlenmemiş bakire aşklarda
İstanbul hatırası,
Bir yerinde altın yaldızlı tarih ve yazı

- Ankara bir kabus muydu çavuş?
- Ankara bir kabustu ama biz o kabusu birbirimiz için bir rüyaya dönüştürdük.

Otobüs yola çıkınca uyku da iyice bastırıyor, gözlerim kapanıyor. Çavuş da camdan karanlık yola daldı gitti, eminim şu an içinden şiirler okuyordur kendine. Geriniyorum, insan otobüste ayaklarını bu kadar uzatabilir mi derken yorganım düşüyor. Saatin alarmı çalmaya başlıyor. Kan ter içinde kalmışım ama terim soğumuş. Ankara bir kabus muydu? Artık bu sorunun cevabını biliyorum.

2 yorum:

tahirius dedi ki...

atik, tetik, çevik, muhafız.

tahirius dedi ki...

evet evet. en iyisi Japon arabaları